Mağaradakiler
  • Travel
Tag:

tuncer şengöz

Genel

Düşüş Dalgasının Kültürel Kodları-1 / Sahte Modernizm

by Magaradakiler 12 Eylül 2012

Yönetmen Ridley Scott’un 1982 tarihini taşıyan Blade Runner filminin müthiş final sahnesi. Filmi izlememiş olanlar için kısaca özetlemek gerekirse, 2019 yılının Los Angeles şehrindeyiz. Yeryüzünde doğal yaşam ağır hasara uğramış, bütün hayvan türleri yok olmuş. İnsanlar artık hayvan besleyemedikleri için, gerçek hayvanlara çok benzeyen robot hayvanların, balmumu taklitlerin, hayvan oyuncaklarının alınıp satıldığı pazarlar oluşmuş. Kentler milyonlarca insanın yığıldığı demir ve beton yığınlarına dönüşmüş. Dünya dışındaki gezegenlerin madenlerinde çalıştırılmak üzere replicant denen androidler üretilmiş. Replicant’lar gerçek insanlara o kadar çok benziyorlar ki, kimin insan, kimin android olduğunu anlamak için tek yol, blush response testleri uygulamak. Bu testlerde deneğe psikolojik yüklemeler yapılıyor ve bu esnada göz kaslarının verdiği tepkiler izleniyor. Androidler ancak bu testlerde göz kasları tepki vermediği için açığa çıkartılabiliyor.  Beyinlerine gerçek insanların anıları yüklendiği için, replicantlar yapay insanlar olduklarını bilmiyorlar; Kendilerini gerçek insan zannediyorlar.

Yeryüzünde yaşamaları yasaklanmış olan Nexus serisi replicant’lardan bazılarının, Mars madenlerinde isyan ederek yeryüzüne döndüğü öğreniliyor. Bu replicantların “emekli edilmesi”, yani öldürülmesi gerekiyor. Rick Deckard (Harrison Ford) bu karanlık dünyada bir replicant avcısı. Görevi, yeryüzüne dönen replicantları bulup yok etmek. Filmin son sahnesine kadar Deckard’ın replicant avlarını izliyoruz. Hepsini teker teker “emekli ediyor” ve geriye sadece son replicant Roy Batty (Rutger Hauer) kalıyor. En güçlü ve en zeki replicant olan Batty, filmin en sonunda tam Deckard’ı yenmek üzereyken, anlaşılmaz bir şey oluyor. Yüksek bir binanın tepesinden düşmek üzere olan Deckard’a tepeden bakarak Batty şöyle diyor:

Quite an experience to live in fear, isn’t it? That’s what it is to be a slave. (Korku içinde yaşamak konusunda çok deneyimlisin, değil mi? İşte köle olmak böyle bir şeydir.)

Sonra Deckard’ı kolundan yukarıya çekiyor. Olduğu yere çöküyor ve fonda Vangelis çalarken, sinema tarihinin en güzel sahnelerinden birinin unutulmaz sözlerini söylüyor:

I’ve seen things you people wouldn’t believe. Attack ships on fire off the shoulder of Orion. I watched C-beams glitter in the dark near the Tannhauser gate. All those moments will be lost in time… like tears in rain… Time to die. (Sizlerin inanamayacağı şeyler gördüm. Orion’un sırtında ateş altındaki gemileri, Tannhauser kapısı yakınlarında, karanlıkta ışıldayan C-ışınlarını seyrettim. Bütün bu zamanlar yok oldu gitti… Aynı, yağmurdaki gözyaşları gibi … Artık ölüm zamanıdır.)

Türkiye’de Bıçak Sırtı adıyla gösterime giren Blade Runner, bir Philip K. Dick romanının uyarlaması. Dick, benim fanatik bir tutkuyla okuduğum yazarların başında geliyor. Dick romanlarında öylesine şaşırtıcı ve düşündürücü unsurlar var ki, yazdığı her bir metin, sanki her okumada yeniden keşfedilen bir derya gibi: Sarsıcı, eğitici ve her türlü spekülasyona açık.

Blade Runner filminin son sahnesini ele alalım: Hangisi insan, hangisi replicant? Sadece öldürme arzusuyla güdülenmiş olan Deckard mı, yoksa rakibinin içine düştüğü çaresiz durumda bile soylu bir ölüme razı olan Batty mi? Hangisi köle? Yaşama güdüsünün kölesi olmuş Deckard mı, yoksa dünya dışı madenlerde çalışmak zorunda bırakılmışlığına isyan eden Batty mi? Hangi yaşam daha anlamlı? Para kazanmak için replicant avına çıkan Deckard’ın hayatı mı, yoksa galaksinin dört bir yanında kimsenin inanamayacağı olaylara tanıklık etmiş Batty’ninki mi? Hangisi daha güçlü? bir damdan diğerine atlayamayan Deckard mı, yoksa bir adımda diğer tarafa geçmeyi başaran Batty mi?

İşte Dick romanları böyle sorular sorduruyor. Sizi, her romanında kaos içindeki bir dünyaya sokuyor, o dünyada her gün yaşadığınız gerçekliği lime lime ediyor ve hiç düşünmediğiniz sorularla başbaşa bırakıveriyor. Bütün Dick romanlarındaki kahramanlar sıradan insanlardır. Pek çoğunun bağışlanmaz zaafları vardır. Bir kısmı -aynı Dick’in kendisi gibi- ağır psikolojik sorunlarla boğuşan insanlardır. Dick roman kahramanlarının hiç birini yüceltmez. Onlara, gerçek dışı ya da gerçek üstü roller oynatmaz. Ancak her kitabında döner dolanır aynı soruyu sorar: Gerçek nedir?

Sosyonomi.com’un Facebook sayfasında, ilginç bulduğum ve okumaya değer olduğunu düşündüğüm yazı ve haberleri paylaşıyorum. Ne yazık ki bu yazıların çok büyük çoğunluğu İngilizce. Türkçe yazı ve haberlerin çoğu öylesine sığ, öylesine sıradan ki, bu yazılara harcanacak zamanın boşa geçmiş zaman olduğunu düşünüyorum. Kaliteli olanların da çoğu çeviri zaten. Fakat çeviriler bile öylesine kötü ki, onları anlamak için ikinci bir çeviriye ihtiyaç var!

Sosyonomi.com’un Facebook sayfasında paylaştığım haber ve yazıların bir kısmını, kendi yazılarımda referans göstererek kullanıyorum. Bir kısmını ise, ileride yararlanmak üzere arşivliyorum.

Bugün internette dolaşırken karşılaştığım bir makalede tekrar karşıma çıktı Philip K. Dick. The Death of Postmodernism And Beyond isimli bu makalede Dick’in, Blade Runner filmine esin konusu olan Do Androids Dream of Electric Sheep? (Androidler elektrikli koyun düşler mi?) romanından, post-modern edebiyatın örneklerinden biri olarak kısaca söz ediliyordu. Yazarın asıl tartıştığı konu, Post-Modernizmin ölümü idi.

Yazar öncelikle Post-modernizm hala yaşıyor mu, yoksa romantisizm ve modernizm gibi, post-modernizm de ömrünü tamamladı mı sorusuna cevap arıyor. Bu arayışta ilk tespiti şu: Üniversitelerde post-modern edebiyat olarak okutulan tür,  bu dersleri alan öğrenciler dünyaya gelmeden önce yazılmış, başka bir dünyayı anlatan metinlerden oluşuyor. Yazara göre bu metinler o kadar eski ki, yeniden canlandırılmaları mümkün değil. Oysa sözünü ettiği metinler sadece bir kaç on yıl öncesine ait. Gene de yazar, pek çoğu 1980′lerde yazılmış romanların çok gerilerde kalmış “başka bir dünyayı” anlattığı konusunda haksız değil. Makalenin devamında verdiği örneklerle bu düşüncesini fazlasıyla güçlü bir şekilde gerekçelendiriyor.

Örneğin, daha önceki bütün düşünce akımlarını sürükleyen edebi metinlerin, yazarı tarafından yazılmış ve tamamlanmış metinler olduğuna dikkat çekiyor. ”Okuyucu” bu metinlerin öznesi değil, “kullanıcısı”, ya da “tüketicisi” konumunda idi. Oysa günümüzde en çok okunan metinler böyle değil. Yazar Wikipedia örneğini veriyor. Birincisi, bu yeni metinleri kimin ya da kimlerin yazdığı önemsenmiyor. Dahası, bu metinler tamamlanmış da değil. Sürekli ilaveler ve düzeltmelerle sürüp gidiyor. İkincisi, bu metinlerde aranan, çok derin, yeni ufuklar açacak düşünceler değil. Üçüncüsü, bu metinleri belli bir sıra ile okumak gerekmiyor. Konudan konuya, başlıktan başlığa atlayarak okuyabilirsiniz. Bu metinler, klasik anlamda ansiklopedi değil. Çünkü ansiklopedi yazımında gerekli olan niteliklerin pek çoğunu taşımıyorlar. Pek çok yazının sonunda verilen kaynakların doğruluğu kuşkulu. Bu kaynakların sürekliliği de söz konusu değil. Yazı, internetten kaldırıldığı anda, artık “yok” hükmünde.

Adına “sözlük” denen diğer açık-kaynaklar daha da beter durumda. Bu “sözlükler”, yazım tekniğinin hiç bir kuralına uymaksızın yazılıyor ve pek çoğu “iç dökme” dışında bir amaç da taşımıyor. En çok okunanlar arasında yer alan forumlar, sohbet odaları, hatta internet blogları da, sözlüklerden farklı değil. Son 10 yılda moda olan “sosyal paylaşım siteleri” de aynı şekilde. Facebook, linked in, twitter benzeri paylaşım ortamları, adına “serbest yazım” bile diyemeyeceğimiz türden yazılarla dolu.

Yazar bu yeni dalgaya Pseudo-Modernizm (Sahte modernizm) adını veriyor ve ”sahte modernizm akımının kültürel ürünleri, tanımları gereği, eğer birey fiziksel müdahalede bulunmuyorsa yoktur”, diyor. Yazara göre, sahte-modernizm ürünleri yazılı metinlerden ibaret de değil. Örneğin haber programları (ya da haber siteleri), gitgide artan bir ağırlıkla izleyiciyi, ya da dinleyiciyi dahil ediyor. Hatta bu programların bir kısmını doğrudan izleyici yazıyor. (Daha sonra da önceki pasif konumuna geri çekiliyor.)

Son dönemde profesyonel medya kuruluşlarının gitgide artan bir ağırlıkla “internette paylaşılan videolara” yer verdiğini görüyoruz. Artık profesyonel kameramanların, habercilerin, muhabirlerin yaptığı haberler değil, “amatörlerin” çektiği videolar izleniyor. Gazetelerin internet sayfalarında artık kişisel bloglar daha fazla yer tutuyor.

Yazar sahte-modernizme bilgisayar oyunlarını da dahil ediyor. Her ne kadar bu oyunlar, programcısının sınırlarını çizdiği bir ortamda oynanıyorsa da birey, bu oyunların içinde kendi keşiflerini yapıyor, kendi dünyalarını kuruyor, birileriyle kavga ediyor, savaşıyor, devasa ordular kuruyor, sahte bir gerçeklik dünyasında yaşamaya başlıyor. Bu dünyada yaşananlar, bireyin tek ve mutlak gerçekliğine dönüşecek kadar travmatik olabiliyor.

Sahte-modernizmin “par excellence” ürünü ise elbette internet. Birey, sağa sola tıklayarak, daha önceden başkalarının izlemediği yolları izleyerek saatlerce internette “dolaşıyor”. Bu, diyelim ki bir kitabı okumaktan farklı bir etkinlik. Çünkü kitap okurken sayfaları sırayla takip edersiniz. Bu sıra, sizi yazarın kurguladığı bir mantığı izleyerek yönlendirir. Oysa internette böyle bir zorunluluk yok. Wikipedia’dan Ekşi Sözlüğün falanca maddesine, Hürriyet’in internet sayfalarından Mynet Oyun sitesine, Youtube videolarından Facebook sayfalarına, daha önceden belirlenmemiş bir yol izleyerek gezebilirsiniz. Siz bu yolculuğu tamamladığınız anda, izlediğiniz yol da kaybolup gidecek. Başka biri tıpatıp aynı yolu izlemeyecek. O, başka yollardan başka bir gerçekliği yaşayarak geçecek.

Ve elbette yazarın da dikkat çektiği üzere, internetin yol açtığı en büyük zihinsel devrim: “Ben de yapabilirim” inancıdır. Herkes kitap yazamaz, herkes makale kaleme alamaz, herkes karikatür çizemez, oyun senaryosu oluşturamaz; Ancak herkes bir blog açabilir. Herkes bir tweeter mesajı atabilir. Herkes facebook sayfasına sahip olabilir. Kendi bloguna sağdan soldan topladığı bir kaç resim ekleyebilir, “bugün kendimi acaip cool hissediyorum” twitleyebilir. Arkadaşının facebook duvarına “Slm, Nbr?” yazabilir. Sonra Football Manager oyununu açıp, gerçek hayatta küme düşmüş takımına Messi’yi, Ronaldo’yu satın alıp Süper Kupa şampiyonu yapabilir. Günümüzde milyonlarca insan gününü bunları yaparak geçiriyor.

Sahte-modernizm’de sinema radyo gibi “eski” araçlar da dönüşüyor. Sahte-modernizmin dünyasında, bilgisayar yardımıyla üretilmiş animasyon kahramanlarından oluşan binlerce kişilik ordular savaşıyor, ışık ve ses efektleriyle, hem de 3 boyutlu olarak hayali dünyalar yaratılıyor, gerçekte varolmayan kahramanlar arasında (örneğin Shrek ve Fiona) aşk ilişkileri yaşanıyor. Şimdi sinema yapımcıları, “izleyiciyi” de senaryoya dahil edecek teknikler üzerinde çalışıyorlar. Fikir babası da elbette bizim sevgili yazarımız Philip K. Dick. 1990 yılında çevrilen ve başrolünde Armold Schwarzenegger’in oynadığı Total Recall filmini hatırlayın. Bu film, Dick’in We can remember it for you wholesale (Sizin için toptan hatırlayabiliriz) isimli kısa öyküsünün uyarlamasıdır. Çok yakında bu filmdekine benzer biçimde kendimizi “hayal ettiğimiz” senaryolarda baş aktör/baş aktrist olarak bulursak şaşırmayalım.

Dr. Alan Kirby, The Death of Postmodernism And Beyond isimli makalesinde, televizyonculuk dünyasından örnekler verirken, teletekstlere, alışveriş kanallarına, yarışma ve piyango programlarına dikkat çekiyor. İzleyicinin telefonla (pek yakında görüntülü telefonla) evinden katıldığı canlı programlar, reality show’ları, televizyon yayınları sırasında telefonun tuşlarına basarak oynadığı bilgisayar oyunları, şarkı yarışmalarına SMS gönderilerek yapılan oylamalar, anketler, kamuoyu yoklamaları ve daha pek çok unsur, televizyonculuk dünyasının nereye gittiğini şimdiden haber veriyor.

Yazar, haklı olarak sahte-modernizm’de kültür unsurlarının sıradanlığına ve bayağılığına dikkat çekiyor. Geçmiş dönemlerde sinema, edebiyat, radyo, televizyon izlencelerindeki sözel ve düşünsel zenginlik gitgide kayboluyor. Son derece bozuk bir konuşma dili ve sokak argosu, sıradan fikirler, sıradan kurgularla dolu, yazarın ifadesiyle, bir “kültür çölü” içinde yaşıyoruz. Yazar bu ortamı, “a storm of human activity producing almost nothing of any lasting or even reproducible cultural value” (kalıcı, hatta kültürel olarak yeniden üretilme değeri taşıyan hiç bir şey içermeyen bir insan etkinliği fırtınası) olarak nitelendiriyor.

“Moreover, the activity of pseudo-modernism has its own specificity: it is electronic, and textual, but ephemeral.” (Dahası, sahte modernizm etkinliği kendine has özellikler taşıyor: Elektronik, metinsel ve geçici.)

Acaba?

Devam edeceğiz.

Tuncer Şengöz

Sosyonomi.com internet sitesinden izinle alıntılanmıştır.

12 Eylül 2012 1 comment
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Dünyayı Kurtaran Adam

by Magaradakiler 19 Kasım 2010

“Uzay çağı geçmiş, zaman ve yaşam galaksi çağına ulaşmıştır. Yüz binlerce yıl geride kalmış, dünya ve gezegenler sistemi uzayda galaksi sistemine dönüşmüştür. Medeniyetler, tarihler geride kalmış, insanlar ilk çağlardaki gibi basit yaşamla yetinmeye başlamışlardı ve bütün güçleriyle ölümsüzlüğü bulmak, devamlı yaşamı sağlamak için amansız bir çalışma ve mücadeleye girişmişlerdi. Bu çağlarda dünya milletleri, medeniyetleri, ırkları, dinleri ayrı devletler halinden çıkıp tek bir varlık haline geldiler. Tek bir dünyalının yaşayışları ve kavimleri galaksi çağının dünya insanlarını meydana getiriyordu. Dünya çılgın bir nükleer silahlanmanın sonucu olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmişti. Dünya bu gibi tehlikeleri bir kaç kez geçirmiş, hiçbir kuvvet dünyayı yok edememiş fakat dünya bazı zamanlarda parçalara ayrılmış, dünyadan kopan parçalar uzayda meteor taşları haline gelmişti.

Bazı gezegenlerde hayat devam etmekte, yaşam sürmekteydi. ama nükleer savaş çok hızlanmıştı. Hükmetmek, daha güçlü olmak için bu güzel, mutlu dünya delice parçalanırken birden gizli ve çok güçlü bir düşmanla karşı karşıya kalındı … Dünyalılar toplandılar, kavimler biraraya gelip çare aradılar. Tek çare düşmanı bulup savaşmaktı. En güçlü, en büyük iki Türk savaşçısı ve diğer dünyalılar uzaya açılıp, bilinmeyen düşmana savaş ilan ettiler.” (Dünyayı Kurtaran Adam, Açılış konuşması)

Giriş cümlelerinden finaline, afişinden bugüne kadar gördüğü olağanüstü ilgiye kadar her yönüyle acayip bir filmdir Dünyayı Kurtaran Adam. 1982 yılında çevrildiğinden beri 24 yıl geçmiş olmasına rağmen hala konuşuluyor, tartışılıyor olması da Yeşilçam için ilginç bir satırbaşı olsa gerek. Bin bir acayiplikle dolu bu filmin herhangi bir sinema değeri taşıyıp taşımadığı konunun uzmanlarının ilgi alanına giriyor. Oysa filmin adından zamanlamasına kadar pek çok unsur, geçmişi, bugünü ve yarını anlamak bakımından bizlere oldukça ilginç ipuçları veriyor.

Her şeyden önce, filmin isminden başlayalım. Dünyayı bir tek adamın kurtarabilmesi düşüncesi başlı başına bir ilginçlik. Daha da önemlisi, birilerinin böyle bir işe soyunmuş olması. Ne demek “dünyayı kurtarmak”? Özellikle de günümüz genç kuşakları için oldukça anlamsız bir kavram bu. Çünkü onlar ağabeylerinin ablalarının aksine, rakı sofralarında bile olsa hiç, bırakın dünyayı, memleketi bile “kurtarmadılar”. Derin sosyo ekonomik analizlerle başlayıp, coşku selleri ile biten sohbetler hiç yapmadılar. Bu nedenle de bir önceki kuşağın, bu ritüelimsi birlikteliklerini hiç anlayamadılar. Bir kaç on yıllık zaman dilimi ile ayrılan iki kuşak, bu “kurtarma” sendromları nedeniyle birbirine hep kuşku ve yadırgama ile baktı bu yüzden.

Bir önceki kuşak, Malatya serdarı Battal Gazi rolündeki Cüneyt Arkın’ın tek başına Bizans’ı fethettiği filmler ile büyümüştü. Daha küçük yaş kuşağındakiler bu filmleri tebessüm ve alayla izledi. Daha sonra gelenler ise en basit insani tepkileri bile vermediler. Çünkü “acayipliğin” de bir sınırı olsa gerekti. Bu nedenle idealler ve bir şeyleri bir şeylerden kurtarma heyecanları kuşaktan kuşağa söndü gitti. Bu, sadece değişen sosyal çevrenin bir sonucu değildi. Aynı zamanda algıyla ilgili bir şeydi. Yakın kuşakların algısında, eğer kurtarma, kurtulma söz konusu ise, bu bireysel olmalıydı. Çünkü gemisini kurtaran kaptandı, her koyun kendi bacağından asılırdı. Bir önceki kuşak da, zaten zaman içinde dünyayı, memleketi kurtarmaktan vazgeçti. Topyekûn vahşi bir cangıla dalıverdi herkes, birbirini eze eze.

Peki, bu algısal değişim içinde 1982 tarihli Dünyayı Kurtaran Adam nereye oturuyor? 16 Ocak 2005 tarihli Not Defteri’nde, 70’lerin ortalarında iyimserlik dalgası zirve yaparken, o günlerin ruh halini ifade eden bir şarkının yükselmekte olduğuna dikkat çekmiştim: Hayat Bayram Olsa. İyimserlik dalgasının son haykırışıydı bu şarkı. Hemen hemen aynı günlerde dillerde dolaşan bir başka şarkı ise daha o günlerde, yaklaşmakta olan çöküşün sinyallerini veriyordu: Batsın Bu Dünya. Hayat Bayram Olsa ile Batsın Bu Dünya’nın savaşını ikincisi kazandı. Hayat bayram olmadı, tam tersine, dünya “battıkça battı”. Çünkü 1950’lerin ortalarında filizlenen ve kendisini müthiş bir pop patlama ile hissettiren iyimserlik ve coşkunluk dönemi, ömrünü tamamlamak üzereydi. Dalganın ilk şoku, kendisini öfkeli bir çatışma kültürü ile hissettirdi. İlk şok 1980’lerin başında sona ererken, önce Hayat Bayram Olsa marjinalleşmişti. Kendisini oldukça aşırı görüntülerle hissettiren olumsuz ruh hali dalgasının ilk medi geçici olarak geri çekilirken, cezirde kısa süreli bir toparlanma ile beraber “uçuk” ve temelsiz bir iyimserlik yeniden hâkim oldu.

Bu tip, çok daha derinlere gidecek düşüşlerin ilk tepki aşamasında iyimserlik, öncekinden de güçlü bir şekilde geri gelir. Finansal grafiklere, tepki yükselişleri olarak yansıyan bu görüntülere teknik terimlerle geri dönüş çabası diyoruz. Bu çabalar başarısız kalmaya mahkûmdur. Çünkü uzun sürmüş iyimserlik dönemlerini her zaman, uzun sürecek kötümserlik dönemleri izler.

1980’lerin ortalarına doğru yaşanan geçici iyimserlik de başarısız bir geri dönüş çabası idi. Bu başarısız geri dönüş çabası, kendisini bir takım pop unsurlarla ifade ediyordu. İşte Dünyayı Kurtaran Adam da, bu temelsiz ve uçuk iyimserliğin en uç ifadelerinden biriydi. Geçmişin Battal Gazi’si, artık memleket filan değil, resmen dünyayı kurtarmaya soyunmuştu. Bu vurgudaki bir film bile, iyimserliğin abartılı dozunu anlatmaya yeterdi. Dünyayı kurtaran Cüneyt Arkın’ı izleyen kitlelerin duyguları hayatın diğer alanlarında da görünür oldu. O günlerde yükselen “çağ atlama” klişesi, hastalık salgını gibi yayıldı. Çağ atlandığını zanneden kitleler, sürüler halinde bankerlere hücum etti. Daha sonraki yıllarda da etkisini sürdürecek bir borçlanma ve aşırı tüketim çılgınlığı yaşandı. Ölçüsüz, kuralsız bir çoşkunlukla herkes atlanan çağa uygun davranış kalıpları oluşturmaya başladı.

Bu dönemde, küresel olarak da yeni bir sayfa açılıyordu. Batı metropollerinde 1970’lerin bunalımları sona ermiş, Yeni Sağ’ın karizmatik liderlerinin öncülüğünde iyimserlik ve kendine güven geri gelmişti. ABD’de Ronald Reagan, İngiltere’de Margaret Thatcher, Almanya’da Helmut Kohl, 1980’lerde yükselen liberal-muhafazakâr değerlerin sembolleri oldular. Ana borsa endeksleri yeni zirvelere yönelirken yavaş yavaş neo-liberalizmin bayrağı yükseliyordu. 1970’lerin protest gençleri hızla sahneden çekildiler. Onların yerini aşırı bireyci ve tüketim tutkunu gençler aldı. Sinemada korku ve dehşet filmleri, pop müzikte kısa bir süre için parlayıp sönen Punk-Rock dönemi sona erdi. Sinema salonlarını sulu Holywood filmlerini izlemeye gelen gençler doldurdu. Artık pikapların yerini kasetçalarlar almaya, müzik setlerinden gürültülü Rock müziği değil, Michael Jackson ve Madonna’nın pop müziği yükselmeye başlamıştı. Kent meydanlarından çekilen uzun saçlı ve isyankâr gençlerin yerini lüks arabalar, abartılı bir gösteriş tutkunluğu ve yeniden başlayan futbol, basketbol ve beyzbol çılgınlığı aldı.

Bu dönemde kötümserlik trendleri zayıfladı. Pop kültürde de olumsuz ruh halini simgeleyen unsurlar gerilemeye başladı. Her ne kadar sinemaları komedi filmleri, ekranları salon komedisi diziler istila ettiyse de, kitap dünyasında hala en çok satanlar Tom Clancy’nin kurgu savaş romanları ve Stephen King’in korku romanlarıydı. 1970’lerin sonunda disco müziğinin Hard Rock ve Progressive Rock’ın saltanatına son vermesinin ardından yetişen yeni nesil Rocker’lar, abileri kadar olmasa da sisteme eleştirel tavırlarını sürdürdüler. 1980’lerin ortalarında doğan New Wave of British Heavy Metal, Iron Maiden, Judas Priest, Dio, Motörhead gibi Rock tarihinin en büyüklerini yetiştirdi. Thrash Metal ismi verilen türde ise Metallica, Megadeth gibi grupların yıldızı parladı. On yıl geçtikten sonra da Rock bir yaşam biçimiydi, ancak Yeni Sağ, pop müzikte olduğu gibi yeni jenerasyon Rocker’larda da etkilerini gösteriyordu. NWBHW’in ünlü gruplarından Saxon’da ve konserlerinde, poster ve afişlerinde İngiliz bayrakları eksik olmayan Iron Maiden’da bu vurgu iyice gözle görünür olmuştu. 1970’lerin afro saç modası geride kalmış, yavaş yavaş dazlaklık modası yükselmeye başlamıştı. Irk ayrımcılığını protesto eden siyah atletlerin yerini ise Amerikan bayrakları sallayan siyah atletler almıştı. Artık her şey gösteri dünyasının bir parçası olmuştu.

Yeni Sağ politikaların desteğinde yükselen neo-liberalizm Üçüncü Dünya’nın üzerine kelimenin tam anlamıyla bir kâbus gibi çöktü. Latin Amerika’da meşru yönetimlerin yerine gelen askeri yönetimler senelerce insanlık suçları işledi ve ülkelerini uluslararası sermayenin talanına açtı. Bu talanın sonucunda 2000’lerin başında ağır ekonomik çöküşler yaşandı, Latin Amerika halkları açlık sınırına geriledi. Ortadoğu’da Arap milliyetçiliği kesin bir yenilgiye uğratıldı ve Arap cephesi bölündü. Yıllarca savaşan İran da Irak da, savaş bittiğinde yoksulluk batağına saplanmıştı. Irak’ta on yıllar sonunda Saddam rejimi çöktüğünde, çöküntünün altından Ortaçağ mezhep bölünmeleri çıktı. Afrika yoksulluğa ve açlığa mahkûm oldu. Kanlı iç savaşlarda yüz binlerce Afrikalı yaşamını yitirdi. Afrikalı açlar sadece yirmi yılda bir düzenlenen Live Aid konserlerinde akla geldi. Afganistan’da on yıllar süren insanlık trajedileri yaşandı. Çöken Sovyetler Birliği’nin insan malzemesi uluslararası insan ve organ mafyalarının ellerine teslim edildi. Fuhuş pazarı, milyarlarca doların döndüğü bir kazanç kapısı oldu. Uzak Asya’nın kaplanları  uluslararası arenada şirket ve holding ittifakları ile ayakta kaldı. 1990’larda sözü edilen Asya mucizesi 90’ların sonundaki ekonomik, finansal krizle söndü. 2000’lerin başında dillere pelesenk olan Çin ise uluslararası pazara bedava insan emeğinin ürünlerini pazarlarken, insan hakları ihlallerinde ilk sıralardan hiç düşmedi.

Dünyayı Kurtaran Adam’ın ortaya çıktığı tarihsel dönemin çok kısa bir özeti bu. Dünyayı Kurtaran Adam, “Gerçekçi ol İmkansızı İste” diyen bir kuşağın orta yaşlılık dönemi ile, aynı kuşağın yönetimlerde başrolü oynadığı, “Gemisini Kurtaran Kaptan” döneminin tam ortasında uçuk ve temelsiz bir iyimserlik dalgasının ürünü olarak kendisine ancak dünyanın en saçma filmleri listesinde yer bulabildi. Gelişmiş teknolojisi ve uluslararası pazarlama olanakları ile Batı’nın propaganda aracı Holywood, tüm Üçüncü Dünya’ya, dünyayı kurtarmanın onların işi olmadığını haykırdı yıllar boyunca. Cüneyt Arkın’ın çok haklı olarak işaret ettiği gibi, gişe rekortmeni Holywood filmlerindeki abartılı saçmalık, Battal Gazi, ya da Dünyayı Kurtaran Adam filmlerinden daha ölçülü değildi. Amerikan milliyetçiliğinin kaba aktörleri olan Rambo’lar, Rocky’ler, Scwarzenneger’ler, Van Damme’lar Cüneyt Arkın’ın tiplemelerinden daha gerçekçi değildi. Ancak 1980’lerden başlayarak 2000’lerin başına kadar dünyayı kurtarmanın kendi işleri olmadığı, Üçüncü Dünya halklarına çok acı deneyimlerle öğretilmişti. Onlara düşen, bu azgın küresel dalgada kendi gemilerini kurtarmalarıydı. Yükselen gökdelenlerin etrafındaki varoşlarda açlık sınırında yaşam mücadelesi veren yoksullar da dünyayı kurtarmaya soyunmadılar yıllar boyunca. Onların hikayeleri, insan ticaretinin, kapkaç olaylarının, töre cinayetlerinin, mutsuz evliliklerin ve intiharların gazete haberlerine yansıyan satır aralarında kaldı. 21. yüzyılın miti küreselleşmenin aslında spekülatif sermaye akınlarının önündeki ulusal bariyerlerin yıkılması olduğu, günümüzde yaşanan bunca çöküş ve yıkımdan sonra bile anlaşılmış değil. Küreselleşmenin “nimetleri”nden yararlanma şansı olmayan kalabalık yoksul kitleler, büyük bir hızla ortak dünya kültüründen kopup, kendi küçük cemaat kültürlerinin içine hapsoluyor ve bu küçük yaşam alanlarının boğucu atmosferinde ancak trajik insan hikâyelerinin konusu olabiliyorlar.

2000’lerin başında bir dizi reklam filminde karikatürize edilen tipler, çalışkan Selo’ya “boşver be Selo, dünyayı sen mi kurtaracaksın?” diyordu. Selo, hiç bir fedakârlıktan kaçınmaz ve gece gündüz çalışırken, ellerindeki tespihi aylak aylak sallayarak dolaşan “ayak takımı” günler ve geceler boyunca reklam fragmanlarında bu cümleyi sarf etti. Sürü psikolojisinin aynası reklam filmleri böylece bize dünyayı kurtarmanın kimin işi olduğunu da öğretiyordu.

Dünyayı Kurtaran Adam, içerdiği her türlü acayiplikle tipik bir B dalgası ürünüydü: Met’de dünyayı kurtarma idealleri zirveye çıktıktan sonra, cezir başlangıcındaki uçuk bir nostalji. Dalga geri çekildikçe bireysel kurtuluş umutları içinde Dünyayı Kurtaran Adam da marjinalleşti. Cezir’in en durgun anında kazananlar, “tarihin sonu” nun geldiğini ilan ettiler. Bir kaç yıl bile geçmeden görüldü ki, tarih hep benzer tekrarlarla doluymuş. Yeni Çağ inancı güneşin en tepede olduğu zamana ait bir yanılsama, karanlığın en koyu olduğu zaman da güneşin doğuşuna en yakın zamanmış.

Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da, Afganistan’da petrol kokusu ile karışmış kanlı et pazarından yükselen insan çığlıkları bize bir kez daha gösteriyor ki, ne tarihin sonu geldi, ne de dünyayı kurtarma ideallerinin.

Tuncer Şengöz

www.sosyonomi.com sitesinden izinle alıntılanmıştır.

19 Kasım 2010 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Ağlamak İstiyorum Sayın Seyirciler

by Magaradakiler 11 Kasım 2010

Türkiye futbol hastalığına ne zaman ve nasıl tutuldu?

 1950′lerden başlayarak yığınlar halinde kentlere hücum eden kitlelere, sadece bir kaç on yıl önce savaşlar ve işgallerle harap olmuş kentlerin verebileceği fazla bir şey yoktu. Milyonlarca insan akın akın gelirken onları tiyatro seyircisi, kütüphane müdavimi, müze ziyaretçisi yapmak kolay değildi. Kent de onlara çamurlu sokak aralarında sigara dumanlarına boğulmuş kahvehaneler ve yırtık ayakkabıları ile top tekmeleyebilecekleri boş arazilerden başka bir şey vermedi. Önce yığıldıkları banliyö semtlerinden utangaç bakışlarla baktı yoksul yığınlar kentin meydanlarına, sahil yollarına, görkemli caddelerine. Sonra bu yığınlar sel oldu kentin kalbine aktı. Acılı yemekleri, yanık türküleri, geleneksel kültürleri ile seller gibi akan yığınlara direnemedi ve birer birer teslim oldular kentler.

Kentleri istila eden yığınlara bir de eğlence gerekirdi. İşte futbolun yıldızı böyle parlamaya başladı. Artık yırtık ayakkabı ile top tekmeleyenlerin sayısı gökteki yıldızları bile geçmişti. Eğlenceye aç insan yığınlarına sunulacak nimet olgunlaşmıştı.

 Önceleri mesafeli durdukları bu eğlencenin onlara ne kadar yoğun tatminler sağladığını keşfeden yığınlar hızla tribünleri doldurdu. Ve bu yığınlar, rakibe saygı duyan ve eşit bir mücadelenin keyfini çıkartmaya çalışanları kovdu hızla stadyumlardan. Yığınlar, simit, çekirdek ve su satıcıları ile beraber tribünleri doldurdukça, tahammül de azaldı başarısızlığa. Korolar halinde küfürler yağdırmaya başladılar arabesk şarkıları eşliğinde. Önce hakeme, sonra rakibe, sonra da kendi kulüplerinin futbolcularına, yöneticilerine, teknik direktörüne, herkese ve her şeye.

 Aralarından, kentleri istilaları sırasında uyanık davranarak zenginleşmeyi başarmış olanları, kulüp yöneticisi seçtiler. Seçilen yöneticiler de bu fırsatı kaçırmadılar. Kendilerini seçenlerin şiddetine ve edepsizliğine göz yumarak, hatta bu durumu hararetle teşvik ederek gitgide büyüyen bu endüstrinin rantını kullanmaya yöneldiler. Rant onlara servet ve iktidar sağladı.

 …

 Bir tür ecstasy işlevi gören bu tip sportif aşırılıkların sürekli bilinçaltına pompalanması, ancak kitlesel umutsuzluk dönemlerinde başarılı sonuç verir. Çünkü top kaleye girdiğinde milyonlarca insanın seyrettiği bir televizyon yayınında böğürmeye benzer sesler çıkartan bir anlatıcı ya da yorumcu, sağlıklı bir kitlesel ruh hali döneminde ancak küçümsenme ve alayla karşılanırken, kötümserlik dönemlerinde lider, ya da tetikleyici olarak algılanır. Çünkü kitleler en çok korkunun baskın olduğu kötümserlik ataklarında sürüye uyma eğilimindedir ve milyonlarca izleyici de, aynı beden diliyle bu duygusal patlamaya iştirak eder.

 Tuncer Şengöz

 www.sosyonomi.com sitesinden izinle alıntılanmıştır.

11 Kasım 2010 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail

About Me

About Me

Writer & Reader

Neque porro quisquam est, qui dolorem ipsum quia dolor sit amet, consectetur, adipisci velit, sed.

Keep in touch

Facebook Twitter Instagram Pinterest Tumblr Youtube Bloglovin Snapchat

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

Recent Posts

  • Rachel Corrie

    16 Mart 2024
  • 2023 Kitap Fuarları

    25 Kasım 2022
  • 2022 Kitap Fuarları

    10 Ocak 2022
  • Covid-19 Pandemisi ve Sağlık Çalışanları Üzerindeki Etkileri: Sosyolojik Perspektif

    26 Mayıs 2021
  • 2021 Kitap Fuarları

    29 Ekim 2020

Categories

  • Edebiyat (6)
  • Ekonomi (6)
  • Featured (6)
  • Genel (23)
  • İş Dünyası (9)
  • İslâmi Bakış (11)
  • Kitabiyat (42)
  • Kitap Fuarı (6)
  • Kitap Fuarı Detay (7)
  • Life (2)
  • Moments (7)
  • Nature (5)
  • Sanat (1)
  • Stories (6)
  • Tarih (4)
  • Travel (5)

About me

banner
Soledad is the best selling Blog & Magazine WordPress Theme of this year on Themeforest.

Popular Posts

  • 1

    Writing New Life Chapter

    07 Haziran 2017
  • 2

    Create your DIY Bag

    07 Haziran 2017
  • 3

    My Baby Cactus

    07 Haziran 2017

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram
  • Pinterest
  • Tumblr
  • Youtube
  • Bloglovin
  • Snapchat

@2019 - All Right Reserved. Designed and Developed by PenciDesign


Back To Top
Mağaradakiler
  • Travel