Türk Tesbihçiliği

by Magaradakiler

İslâm âleminde tesbih, Allāh’ın Esma’ü-l Hüsnâ’sını yâni Güzel İsimleri’ni ibâdet amacıyla ve belirli bir sayıda zikretmek için kullanılan ve hemen hemen her sofu müslümanın cebinde taşıdığı pratik bir araçtır. Aynı boyutları ve aynı şekli haiz 33, 99, 500 ya da 1000 adet dânenin (tânenin), en basit hâliyle, iki ucu biribirine düğümlü bir ipe dizilmesinden oluşur. 500’lük ve 1000’lik tesbihler, eskiden tekkelerde ve daha çok toplu zikirlerde kullanılırdı.

“Tesbih çekmek”: baş ve işâret parmaklarının orta parmak üzerine yerleştirilen tesbihin tânelerini bileğe doğru hareket ettirmesiyle senkronize olarak Allāh’ın Güzel İsimleri’nden birini hafî (içinden) ya da cehrî (sesli) olarak herbir tânede tekrarlamak anlamındadır. Fakat tesbihin muhtelif parçalarının tornada çekilerek yapılmasından ötürü bu imâlât işlemine de “tesbih çekmek” denilmektedir.

Tesbihin tâneleri genellikle kürevî (küresel, yuvarlak), beyzî (elipsoidal), şalgamî, üstüvânevî (silindirik) ve armudî olur. çokyüzlü kristal gibi fasetalı ya da farklı estetik biçimlerde oymalı, daha fantezi biçimlerde olanları da vardır.

Tesbihin, tesbihçinin san’atini sergileyen en önemli parçası tânelerin dizili olduğu ipin iki ucunun buluştuğu yerdeki imâme’dir. Bu, tesbihin zarîf görünmesini sağlamak üzere genellikle tânelerin uzunluğundan 4 ilâ 7 misli daha uzun tutulan ve dönel simetriyi haiz olan bir parçadır. Boğumlarından birinde hareket edebilen bir, iki ya da üç adet halka da bulunabilir. İmâmenin altındaki iki delikten girip de üstündeki tek delikten çıkan tesbih ipinin iki ucu helezonî biçimde burulur. Bu ipe birkaç adet (genellikle üç adet) küçük ve ip üzerinde kayamayacak kadar ip deliği dar tutulmuş olan tâne daha eklenir. İki ucu burulmuş olan ipin bittiği yere hâtime (ya da tepelik) denilen, şekli tânelerinkinden farklı bir parça ilâve edilir. Hâtimenin üstündeki konik deliğe tıpatıp oturan, çivi denilen ve alt tarafı aynı konik şekli haiz olan kısım ise tesbih ipinin iki ucunun rabtedildiği kilit noktasıdır. Zamanımızın büyük tesbihçilerinden Neyzen Niyâzi Sayın “çektiği” bâzı tesbihlerde imâmeden sonra ve hâtimeden önce birer de Mevlevî Sikkesi şeklinde iki parça ilâve etmektedir. Bâzı tesbihlerin ucuna ibrişimden, ipekten, gümüş ya da altın tellerden yapılmış bir püskül takılır ki buna da kamçı denilmektedir.

Tesbihin diğer parçaları ise durak (ya da nişâne) ve pul’dur. Durak ya da nişâne 99’luk tesbihlerde 33. ve 66. tânelerden sonra konulan ve tesbihin dışına doğru sarkan özel şekilli parçalardır. Bunlar 99’luk bir tesbihi 3 adet 33’lük kısma ayırırlar. Bâzen üzerilerinde hareketli halkalar da bulunur. İşin tasavvufî derinliğine vâkıf tesbihçiler 33’lük tesbihlerde yassı bir parça olan pulu “Pençe-i âl-i Abâ”ya yâni Hz Peygamber’in Ehl-i Beyti’ne delâlet etmek üzere imâmeden i’tibâren her iki yanda 5., ve 99’luk tesbihlerde de “Oniki İmâm”a delâlet etmek üzere imâmeden i’tibâren her iki yanda 12. tânelerden sonra koyarlar. Bu âdetin dışında, pulları 7. ya da 11. tânelerden sonra koyanların sayısı fazladır.

Tesbih dizimi dahî ince bir iştir. Tesbih ipinin iki ucunun helezonî buruluşu, uçlarının balmumulanışı, imâmenin altındaki ve üstündeki düğümlerin atılışı herkesin kolay kolay taklîd edemeyeceği bir mahâret ister.

çeşitli maddelerden tesviye edilmiş olan tesbih tânelerinin çapı genellikle 4 ilâ 10 mm arasında olur. Daha büyük çaplı tâneleri olan tesbihler de vardır ama bunların pratik bir faydası yoktur. Ya süs için ya da kolleksiyonlar için yapılırlar. Tâneleri küçük olan tesbihlere, halk arasında, “Zenne (ya da Kadın) Tesbihi” denir.

Tesbihçilik tıpkı hat san’ati, ebrû san’ati gibi Türkler’in elinde ve ustalığında XIX. yüzyılda şâhikasına erişmiş bir san’attir. Bu san’atin elimizdeki en eski örnekleri maalesef XVII. yüzyıldan önceye ulaşmamaktadır.

Tesbihçiler arasında, bugün hepsi de rahmetli olup da eserlerinde ustalıkları ile dillere destân olmuş olanlar şunlardır: Tophâneli Sâdık usta, Mevlânâkapılı Mahmûd usta, Horozun Sâlih usta, Kalafatçı Hasan usta, Yamalı Nûrî usta, Eyüplü Deli Tâhir usta, Balatlı Nûrî usta, Fildişici Burhan usta, Kalemdar Hayri usta, Kehribarcıbaşı Ali usta, Beşiktaşlı Sağır Rıfat usta ve öğrencisi Topuzun Halîl usta ve Tophâneli İsmet usta. 1920’lerden sonra tesbihçilik san’ati merhûm: Hilmi efendi, Akgerdan Mehmet Cemil bey, Edinekapılı Gâlib Başsaka efendi ile onun talebesi, Allāh uzun ömür versin, Neyzen Niyâzi Sayın tarafından sürdürülmüştür.

Tesbihçilikde, eskiden, bir kemâne ile döndürülen, ağaçtan yapılmış özel bir torna kullanılırdı. çargûşe denilen delici bölümle malafa denilen kalıp sol eldeki kemâne aracılığıyla bir ileri bir geri döndürülür; puntalar arasındaki sıkıştırma sol ayakla temin edilir; sağ el kullanılarak da rende ve arda denilen kesici âletler aracılığıyla tesbih parçaları çekilirdi. Bu ilkel tornalarla tânelerin aynı boyutlarda çekilmesi büyük mahâret isterdi. Günümüzde hâlâ değerli tesbih ustaları tesbih parçalarını elle çekmekteyseler de bâzıları da bilgisayarlı hassas torna tezgâhlarını tercih etmekte ve eski ustaların eserlerini aynı boyutlarda hemen kopyalayabilmektedirler. Ancak “bilgisayarlı torna tesbihçiliği” kopyacı üretimden ileri gitmemekte ve tesbihçiliğin san’at yanını gitgide öldürmektedir.

Tesbih parçalarının imâlâtında ise ham madde olarak:

  1. akik, altın, cam, elmas, firûze, gümüş, kantaşı, katalin (plâstik), lâpis lazuli, lületaşı, malekit, necef, Oltu (Erzurum)taşı, şahçerağ, şahmaksut, yâkut, yeşim, yıldız (kedigözü), zebercet, zümrüt, vs… gibi mâdenî;
  2. deve kemiği, fil dişi, gergedan boynuzu (zergerdân), inci, kaplumbağa kabuğu (bağa), manda boynuzu, mercan, naka’ (deniz fili dişi), sedef, toynak, vs… gibi hayvânî ve
  3. abanoz, demirhindi, düveydârî, gül ağacı, hindistan cevizi, kehribar, köknar, kuka, mâverd, narçıl, öd ağacı, pelesenk, sandal ağacı, sırçalı kuka, sakız ağacı (nebik), yılan ağacı, zeytin ağacı, vs… gibi nebâtî

çeşitli maddeler kullanılmaktadır.

Tesbihlerin makbûl olanı tâneleri büyüklük ve şekil bakımından aynı olanlardır. Ama eğer şu ya da bu sebebden ötürü tâneler arasında büyüklük farkı zuhur etmişse bu takdirde bunlar en büyük tâneden başlayarak en küçüğüne doğru dizilirler. Bu dizim şekline servi dizimi denir.

Geçen yüzyılın en büyük ebrû ustalarından biri olan Mustafa Düzgünman tesbihlerden ve tesbihçilikden de çok iyi anlardı. Bir tesbihin hangi maddeden yapılmış olduğunu bir bakışta isâbetle beyân ederdi. Gençliğindenberi biriktirdi­i ve ço­u nâdîde örneklerden oluşan gü­el bir tesbih kolleksiyonuna sâhipti. Bu merâkını Neyzen Niyâzi Sayın’a da aşılamıştı, öyle ki kendisi de bir başka hezârfen olan Niyâzi Sayın bu konuda yalnızca bir kolleksiyoncuya has bir tesbih merakıyla yetinmeyecek, bir müddet sonra Türkiye’nin en usta tesbih çekenlerinden biri olacaktı. Bu işden çok iyi anlayan Mustafa Düzgünman, Niyâzi Sayın’ın o kadîm tornasından çektiği tesbih tânelerinin, durakların, imâmelerin biçimine, zarâfetine ve simetrisine hayrandı.

Sultân II. Mahmûd’un çuhadarbaşısı ve dedemin de dedesi olan Emin Ağa’dan babama intikāl etmiş olan bir tesbih vardı. Bu tesbih Emin Ağa’ya bizzât Sultân’ın hediyesi imiş. Fevkalâde parlak bir ağacı, halkalı zarif durakları ve gene halkalı, altın süslü, nârin bir imâmesi vardı. Hakikî bir tesbih uzmanı olan Mustafa Düzgünman bu tesbihe meftûndu. Aşınan ipini değiştirip de yeniden dizmek gerektiği zaman, tesbihin maddî ve bilhassa mânevî değerinin idrâkiyle bu işi büyük bir zevkle yapardı.

Tesbihçilik bahsini kapatırken Mustafa Düzgünman’ın san’atine hayranlık duyduğu tesbihçi Halîl Usta (ki XX. yüzyılın ilk yarısında hâlâ hayatta imiş) hakkında yazdığı lâtif manzûmeyi, kendi takdîmiyle, buraya almayı münâsib gördüm. Farklı harflerle dizilen tesbihçilik tâbirleri dışında, geçen bâzı kelimeler de ekli lûgatçede açıklanmıştır:

20 Şubat 1958 Cuma gecesi dört arkadaş (Ahmed Düzgünman, Niyâzi Sayın, Uğur Derman, Mustafa Düzgünman) Teşvîkiye, Kalıpçı sokak, Villa apartımanında mukıym, vâli mütekāidi Sedad (Erim) Bey’in nezdinde mahfûz, merhûm Halîl Usta’nın tesbihlerini görmeğe gitmemiz münâsebetiyle bir hâtıra:

Yağmurlu bir gece idi; fırtınalı, hem soğuk,

üsküdar’dan Teşvîkiye nâmlı semte doğrulduk.

Sokak sorup vâsıl olduk Sedad Bey’in evine,

Karşılayıp aldı bizi odasının birine.

Eski ahbap, beyefendi, sevimli, hem hoşkelâm,

Sohbetiyle etti tenvîr, biz­den ona çok selâm.

Hânesinin içi mefrûş, eserlerle müzeyyen,

Yazı, resim, çini, tezhip nevîlerle mülevven.

Derken hazret yan odadan getirdi bir hazîne,

Bir de baktık, tesbihlermiş; elhak, sanki defîne.

Aman Yârab, bu ne san’at, bu ne eltâf dilrübâ,

Bu meşherin ezvâkına, insan eyler iktidâ.

Üstâd merhûm Halîl yapmış, rûh-ı san’at mücessem,

Tesbihciler kutbudur bak, âsâriyle müsellem.

Kuka, sandal, demirhindi, zergerdân, bağ, hem köknar,

Sırça kuka, zeytinağcı, kehrübâyla narçıl var.

Üveydârî, ödağcıyla mâverd de var içinde,

Oltu taşı, gümüş kamçı, hepsi başka biçimde.

Bordo renkli, alacalı sarı bağlar pek enfes,

Kuka tesbih şâheserdir, oymaları bir kafes.

İmâmeler, duraklarla tepelikler halkalı,

Oyma nakış, sâde güzel, rengârenk, hem dalgalı,

Zeytinağcı tesbihe bak, naka gibi ışıldak,

Kehrübânın buzlusu da câzibeli yuvarlak.

Altı dâne ölçüsünde imâmeler çok güzel

Zarif hadde, ince delik, tepelikler bîbedel.

Ödâğcıyla mâverd, sandal, üveydârî pür san’at,

Kokuları, çekimleri hayrân eder, hem dilşâd.

Şalgamîyle beyzî şekil, uçlularla yuvarlak,

İmzâ atmış tepeliğe, tamam olmuş san’at bak.

Uğur Bey’le Niyâzi’miz almış ele bir kalem,

Biri çizer, biri yazar; her birimiz bir âlem.

Halîl Usta ne adammış, nasıl yapmış bunları,

Rûhu coşmuş, zevki taşmış, ayân etmiş nûrları.

Tesbihlerin âmili hiç ölmemiş de yaşıyor,

Zevk-i selîm san’atkârı, anıp insan şaşıyor.

Rahmet olsun Halîl Usta, şâd ettin sen bizleri

Müsterîh ol, zâil olmaz san’atının izleri.

Dört arkadaş hayrân olduk, sersemledik âdetâ,

Akıl serhoş, gönül bîhûş, doymadık bu vuslata.

Şuûnât-ı İlâhî’dir, merâyâda görünen

ârif bilir, kimdir nakkāş; nukūşiyle övünen.

Mazâhirde sırr-ı Alî nümâyandır, hoşca bak,

“Küntü kenzen…” esrârıdır, hak gözüyle iyce bak.

Ehl-i Beyt’in hürmetine, Yârab, Halîl kulunu,

Taksîrâtın afv eyleyip, cennet eyle yolunu.

Memnûn, mesrûr, müteşekkir, ol hânedan ayrıldık,

Avdet edip eve geldik, dîvâneden sayıldık[1]

Ey Türbedâr! Fakîrâne karaladın haylı lâf,

Hiç kıymeti yoktur ammâ, aşk söyletti bir tuhaf…

Mustafa DüZGüNMAN

27 Şubat 1958

Lûgatçe:

Mukıym: oturan. Mütekāid: emekli. Nezdinde: yanında. Mahfûz: saklı. Vâsıl olduk: vardık, kavuştuk. Hoşkelâm: sözü güzel. Tenvîr: aydınlatma. Mefrûş: döşenmiş. Müzeyyen: süslenmiş. Mülevven: renklenmiş. Eltâf: lûtuflar. Dilrübâ: gönlü kapan. Meşher: sergi. Ezvâk: zevkler. İktidâ: uyma. Rûh-ı san’at: san’at rûhu. Mücessem: cisimlenmiş. Kutb: bir mesleğin en yücesi. âsâr: eserler. Müsellem: herkesçe kabul edilen. Naka: deniz filinin dişinden yapılan tesbih. Pür san’at: san’at dolu. Dilşâd: gönlü hoş. Ayân et­miş: meydana çıkarmış. Âmil: imâl eden, yapan. Zevk-ı selîm: doğru, sağlam zevk. Şâd ettin: sevindirdin. Müsterih: gönlü rahat. Zâil ol­maz: bit­mez. Serhoş: sarhoş. Bîhûş: şaşkın. Vuslat: kavuşma. Şuûnât-ı ilâhî: ilâhî hâdiseler. Merâyâ: aynalar. Ârif: ilâhî sırları bilen. Nakkāş: nakış yapan. Nukūş: nakışlar. Mazâhir: görünen şeyler. Sırr-ı Alî: Hz. Ali’nin sırrı. Nümâyan: meydanda. “Küntü kenzen…”: “Ben gizli hazîne idim, bilinmek istedim. yarattığım mahlûkatla bilindim” meâlindeki “kudsî hadîs”in başlangıç cümlesidir ki tasavvuf edebiyatında sıkça kullanılır. Esrâr: sırlar. İyce: iyice. Ehl-i Beyt: Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fâtıma, dâmâdı Hz. Alî ve iki torunu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin. Taksîrat: kusurlar. Mesrûr: sevinçli. Müteşekkir: teşekkür eden. Türbedâr: Üsküdar’daki Hz. Hüdâyi türbedârı olan Mustafa Düzgünman.

Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre

Kaynak: www.ozemre.com


[1] Efrâd-ı ailemiz: “Böyle havada deli divâne olan uzak yola çıkar” diye bize târizde bulundular; bu hâle ağyâr olduklarından…