Mağaradakiler
  • Travel
Author

Ahmet Simsirgil

Ahmet Simsirgil

Tarih

Fetih 1453 ve Düşündürdükleri

by Ahmet Simsirgil 21 Şubat 2012

On yedi milyon bütçeli gişe rekorları kırmaya aday dev bir film gösterime girdi. “Fetih 1453”. Okuyucularımdan gelen yoğun sualler üzerine film hakkında bir yorum ve değerlendirme yapmayı konunun ilgilisi olarak kendime vazife gördüm.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki tenkit ve tahlil, her ne olursa olsun ortaya konulan bir eser hakkında kazançtır. Artı ve eksi yönlerini göstermesi bakımından, gelecekte ortaya çıkacak eserlere bir anlamda projektör vazifesi görecektir. Oysa son yıllarda tenkide tahammül edemez bir yapımız ortaya çıkmaktadır ki asıl bu durum düşündürücüdür. Hemen,“öyleyse izlemeseydin”, “beğenmiyorsan sen daha iyisini yap” ucuzculuğu başlamaktadır. Kişinin eksiğini görmesi veya gösterilmesi onun sonraki eserleri için daha iyiye ve güzele ulaşmasında en önemli itici güç olacaktır. Şayet yapılan tenkitler yanlış ve hatalı ise ona da eser sahipleri gereken cevabı vereceklerdir.

Film için benim şahsen ilk ve en önemli yorumum şu olacaktır. Son zamanlarda tarihimize art niyetli, yanlı, peşin fikirli bakışlardan ve hükümlerden öte bir film ortaya çıkarılmıştır. Bu çok önemlidir. Zira bu güne kadar tarihimize bu kadar objektif bir bakışı görmek maalesef mümkün olmuyordu. Bu konuda benim, “Şah ve Sultan” romanı ile “Muhteşem Yüzyıl” dizisi hakkında değerlendirmelerimi okuyanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır.

“Fetih 1453” filminde konu bütünlüğünün yanı sıra, Osmanlıların ve Bizans tarafının savaş hazırlıkları, kuşatma boyunca maddi manevi çabalamaları, gayretleri elden geldiğince verilmeye çalışılmıştır. Kostümler, mekânlar, efektler, savaş sahneleri gerçekten etkileyici olup bu güne kadar bize ait olanların en iyisidir diyebileceğim. Ancak bu ifadelerim filmde eksikler yok manasına gelmemektedir. Kostümlerde ciddi eksiklikler ve yanlışlar varsa da benim konum olmadığı için girmeyeceğim. Ancak tarihi hadiselerdeki eksiklikleri iki bölümde özetleyeceğim. Belirttiğim gibi bu film aynı bütçe ve çalışmayla ve aynı zihniyetle iki kat daha güzelleştirilebilirdi. Sadece olaylar ve hadiseler yerli yerince oturtulabilmiş olsaydı. Bu konuda o kadar acemilikler ve hatalar olmuş ki insan hayıflanmadan ve üzülmeden edemiyor.

Filmde Tarihi Hatalar Ve Yanlışlar

Fatih ilk seferinde Karamanoğlu İbrahim Bey’le karşılıklı görüşmekte ve kendisini azarlamaktadır. Hâlbuki İbrahim Bey elçilerini gönderecek ve yeminle anlaşma akdine muvaffak olacaktır. Kendisinin Fatih’le görüşmesi ise yoktur.

Fatih filmde, Karaman seferinde iken Şehzade Orhan’ın tahsisatının altı yüz bine çıkarılması talebiyle gelen Bizans elçilerini, huzurundan kovar gibi uzaklaştırmaktadır. Oysa tarihte böyle olmamıştır. Padişah kendilerini güler yüzle karşılamış, sükûnetle dinlemiş ve “yakında Edirne’ye döneceğim, orada görüşür sizi arzularınıza kavuştururum, şeklinde manidar bir cevap vermiştir. Fatih bu görüşmeden sonra da bir daha Bizans’tan gelen anlaşma taleplerini geri çevirecek ve savaş hazırlıklarını başlatacaktır.

Yine filmde Fatih, Rumeli hisarının inşası emrini Edirne’ye döndükten sonra vermektedir. Hâlbuki Karaman seferinden dönerken evvelce Yıldırım Bayezid Han tarafından yaptırılan Güzelcehisar’ın yanına gelecek ve karşı yakada yeni hisarın yerini tespit ettikten sonra inşası ile ilgili hazırlıkların başlatılmasını isteyecektir.

Nitekim bu hareketini gören Bizans imparatoru, Fatih’i Rumeli hisarının yapımından vazgeçirebilmek için, Padişah Edirne’ye döndükten sonra bu defa son derece yumuşak bir üslupla yeni bir name kaleme aldıracak ve elçilerine her ne pahasına olursa olsun anlaşma yapmaya çalışınız, ne isterse veriniz diyecektir. Oysa filmde imparator neredeyse namesinde Fatih’i tehdit etmektedir.

Fatih’in bu elçilere babası döneminden itibaren ilişkileri kısa fakat veciz bir biçimde ifade eden mükemmel bir konuşması, hitabı ve muazzam bir cevabı vardır. “Benim gücümün eriştiği yere başkalarının hayalleri dahi yetişemez” nutku buradadır. Fakat bu konuşma maalesef filmde geçmemektedir.

Daha da garibi filmde Fatih, bu sözleri Bizans elçilerine değil de kendi adamlarına söylemektedir. Sanki kendi devlet adamları kim olduğunu bilmiyorlarmış gibi onlara bir de “Ben Sultan Mehmed’im” demesi pek gülünç kaçmıştır.

Şahi denilen ve İstanbul surlarını sarsan muazzam topları dökmede bir tek Macar Urban’ın gösterilmesi ve öne çıkarılması son derece yanlış olmuştur. Fatih’in bir makina mühendisi olduğunu, şahi topların çizimini ve balistik hesaplamalarını bizzat kendisinin yaptığını artık Mısır’daki sağır sultan duymuştur. Dört şahi toptan üçünü Osmanlı mühendisleri Musluhiddin ve Saruca Sekban dökmüştür. Birini ise Bizans’tan alacaklarını tahsil edemeyen ve işsiz kalıp Fatih’e gelen Macar Urban dökecektir. Hatta Urban dökeceği topun çizimlerini görünce şaşıracak, dehşete düşecek ve “dökerim ama mermisini yapamam” diyecektir. Fatih ise ona sen orasını düşünme diyecektir.

Öte yandan savaş sırasında sanki tek bir şahi top varmış imajı da yanlış gitmiştir. Nitekim Urban’ın da ölmesine sebep olan şahi top parçalandığında Fatih’in, dökümü aylar alan ve onarılması imkansız olan bu topun tamir edilmesini istemesi pek garip olmuştur. Bu sözü ancak beş yaşında bir çocuk söyleyebilirdi.

Filmde Edirne’de sefer için hazırlıklar yapan Fatih, sıkıntıdan halüsinasyonlar görmektedir. Böyle sıkıntılı bir rüyada ecdadı Osman Gazi parmağına yüzüğü takamadan kanter içinde uyanır. Yanına gelen ve hatırını soran hanımına “Ya ben İstanbul’u alırım ya İstanbul beni” der. Bu hangi aklın ürünüdür bilemiyorum. Evet yemek var, tuz var, biber var amma tuzu ve biberi yemeğin dışına döküyorsun. Sonrada hadi afiyetle ye bakalım diyorsun. Deniz savaşından sonra anlaşma imzalamak için gelen Bizanslı elçilere, kararlılığını göstermek için söylenen bu sözleri yatağında hanımına karşı söyletmek pek ince düşünceli (!) bir fikir olsa gerek!

Yine Macar Urban Fatih’in hizmetine kendisi gelmiş iken filmde Ulubatlı’ya kaçırtılmıştır. Buna belki kurgu diyenler olacaktır. Neticede yanlış olması bir yana akıl mantık sınırlarını zorlayan bir sahnedir.

Urban’ın kızı, Ulubatlı Hasan’ın sevgilisi rolündeki kız figürü (Era) ise tamamen kurgu olduğu için bir değerlendirme de bulunmak istemiyorum. Ancak İstanbul fethini ve dolayısıyla Fatih’i konu edinen bir tarihi filmde böyle bir kurgu gider miydi konusu tartışmaya pek açıktır. Zira bir Osmanlı yeniçerisinin bir Hıristiyan kızla ordu içinde bu kadar birlikteliği, filmin neredeyse tamamen bu kurgu üzerine oturtulması, Ulubatlı’nın Hıristiyan kızının dua ve nuskasını boynuna takıp gezmesi, o nuskayı öpmesi tarihin gerçekleri bakımından tamamen hayal mahsulü olduğu gibi kabul edilebilirlik yönü de yoktur.

Edirne’de savaş hazırlıkları sırasında gerekli gayreti göstermediği için gece yarısı saraya çağırılan Çandarlı hadisesi aslına uygun bir şekilde anlatılamamıştır. Çandarlı o görüşmeye elinde altın ve gümüşlerle dolu bir tepsi ile çıkmış ve Fatih’le arasında bir konuşma geçmişti. Bu konuşma filme müthiş bir zenginlik ve güzellik katabilirdi. Oysa bu yapılmadığı gibi Sultan Mehmed’e vezirine karşı “ya şehid veya murdar olursun” gibi hiç kullanmadığı ifadeler kullandırılmıştır.

Kuşatmanın başlangıcında Bizans İmparatoru ile II. Mehmed surların önünde bütün güçleri ile karşı karşıya gelerek konuşuyorlar. Ne filmdeki etkileyici sözlerin ne de böyle bir karşılaşmanın aslı esası yoktur. Bu karşılaşmanın “Cennetin Krallığı” filminden bir esinlenme olacağını her iki filmi izleyenler anlayacaklardır. Aslında -ne ihtiyaç varsa- filmin daha birçok sahnesini başka film ve efektlere benzetmek de mümkündür. Nitekim son sahnede Padişah, kucağına bir çocuğu alıp sevdiğinde çocuğun hareketleri izleyicilerin ağzından son zamanlardaki bir dünya liderinin ismini hatıra getirivermiştir.

Filmde Osmanlı divan görüşmelerine yakışır neredeyse tek bir sahne yoktur. Fatih’in huzurunda vezirlerin kavga eder gibi atışmaları, kaş göz oynatmaları, Padişahın ok talimi yaparken Çandarlı’yla tartışması olacak bir şey değildir. Çandarlı sadece divan toplantılarında fikirlerini beyan edecek sonrasında ise fethin gerçekleşmesi için çaba sarfedecektir. Yine Çandarlı’nın devlet adamlarına “padişah askeri, orduyu kırdırıyor” gibi serzenişleri ve ifadeleri, askerin ayaklanmaya kalkışmaları gibi sahnelerin tarihi hiçbir gerçekliği yoktur.

Filmdeki bir hata da fetih günlerindeki hadiselerin karıştırılması olmuştur. 20 Nisan’da cereyan eden ve İstanbul’un fethindeki en önemli hadiselerden olan dört geminin kuşatmayı yararak İstanbul’a girmesi filmde kuşatmanın sonuna doğru 15 Mayıs’ta gösterilmektedir. Bu ana kadar Osmanlılar bir kez umumi hücumda bulunmuştu. Hâlbuki filimde en az üç kez hücum yapıyorlar ve neredeyse ordu kırılıyor gibi gösteriliyor.

20 Nisan deniz savaşında Osmanlı donanması, İstanbul’a yiyecek ve yardım getiren üç Ceneviz ve bir Bizans nakliye gemisini Yenikapı önlerinde karşıladı. Şiddetli lodosta manevra yapamayan kürekli Osmanlı gemilerini kolayca yaran yüksek bordolu Ceneviz gemileri Haliç’e girdi. Filmde bu başarısızlık Bizans tarafında, sanki Osmanlı donanması kırıldı diye sunulmaktadır. Hâlbuki kırılan bir taraf yoktur.

Bizans’ın bu deniz savaşı sonunda, şehre her an yardım alabilecekleri inancı artmış ve moralleri yükselmiştir. Ancak bu durumu içki ve kadınlarla eğlence âlemleri ile göstermeleri de açıkçası Bizans halkına bir hakarettir. Ülkesi, hürriyeti, canları tehlikede olan bir milletin duygu ve düşüncelerini yansıtmaktan öte sahnelerdir bunlar. Bu durum bizim klasik kadın figürleri gösterme hastalığının bir belirtisi olsa gerektir.

Ulubatlı’nın karşısında sıraya geçmiş askerlerin tek tek söz alıp isyan çağrısı yapması, Ulubatlı’nın bu askerlerden birini öldürmesi ve dağılın deyince dağılmaları da basit bir kurgudur ve gerçekle bir ilgisi yoktur.

Fatih’in hocası, büyük âlim Akşemseddin’in savaşın son döneminde ortaya çıkması ve onun da yanlış bilgilerle donatılması büyük eksikliktir. Fatih’e küçüklüğünde İstanbul fethi idealinin Akşemseddin tarafından aşılanması, filmde bir karede de olsa verilebilirdi. Ayrıca fethin ilk günlerinden itibaren Akşemseddin, Fatih’in yanındadır. Ancak bunlar hiç görülmez. Ortaya çıktığı sahnede ise Eba Eyyub’ün kabrinin bulunması vardır. Hâlbuki bu hadise fetihten sonradır. Akşemseddin’in naklettiği rüya hadisesi ise olmamıştır. Kabrin bulunmasını bizzat Fatih isteyecektir.

Ayrıca “Köse” lakabıyla meşhur olan Şeyh Akşemseddin’i filmde bir anda gür ve beyaz sakallarıyla görenler herhalde oldukça şaşırmışlardır.

Son hücumdan önce kılınan namaza, Fatih imamlık yapmaktadır. Oysa padişahların camide, seferde, savaşlarda orduya imamlık ettiğine dair hiçbir kayıt yoktur. Padişah hocaları veya devrin büyük âlimleri namaz kıldırmaktadırlar. Filmde böyle bir hataya düşmeye de gerek yoktu sanırım.

Fatih Sultan Mehmed son hücumdan önceki ateşli nutkunda askerini galeyana getirmek gayesindedir. Fakat kendisi galeyana gelmekte asker ise ninni dinliyor havasındadır. Bu durum ikinci sınıf roldekilerin oyunculuk kalitesinin düşüklüğüne bir işarettir.

Ulubatlı’nın surlara bayrak diktikten sonra tek başına kalması, okları yedikçe ve ölüme yaklaştıkça ağzından bir Allah lafzının çıkmaması da pek garipti. Hâlbuki Bizanslı tarihçiler dahi Ulubatlı’nın, surlarda uzun süre direndikten sonra geriden gelenlerin önlenemez bir şekilde mevziyi tuttuklarında iki surun arasına düştüğünü önce rükû sonra secde halini aldığını ve Allah diyerek can verdiğini belirtmektedirler. Ulubatlı’dan sonra surların üzerine kimsenin çıkmaması fethin nasıl olduğunu gölgede bırakmaktadır.

Ulubatlı Hasan’ın Justinyani’yi öldürmesi ise fantezidir. Zira Justinyani, son hücumda yaralanmış ve şehir düşmeden gemisine binerek kurtulmaya muvaffak olmuştur. Aldığı yaraların tesiriyle çok geçmeden de vefat edecektir. Justinyani senaryo gereği Ulubatlı Hasan’la çarpıştırılsa dahi yara alarak kaçmasına imkan verilmiş olsaydı tarihe daha uygun düşerdi. Akabinde vuku bulan çarpışmalarda şehir elde edilebilirdi.

İmparatoru ise, son ölüm kalım sahnesinde, Lukas Notaras ile has bahçede gezinti yapar gibi konuşturma yapmak nasıl bir kurgu ve mantıktır anlaşılamamaktadır. Hâlbuki çarpışmaların bizzat içerisindedir. Kaçmakta olan Justinyani’ye yalvaracak ise de yolundan çeviremeyecektir. Ardından kendisi de o kargaşada öldürülecektir.

Fatih hakkında bu kadar net bilgiler hemen her tarih kitabında bulunduğu halde tahmin dahi edilemeyecek basit yanlışlara düşülmesi şaşırtıcıdır. Nihayet İstanbul’un fethi gibi çağ açıp çağ kapatan bir hadiseyi yabancı müzikle değil de Osmanlı’ya has musiki (mehter) ile güçlendirilse, padişahın hocalarının fetihteki tesirleri işlense ve Fatih’e özgü tavır ve davranışlar tam manasıyla sunulsa filme daha muhteşem bir ruh verilebilirdi.

Fatih’in Kişiliğine Uymayan Noktalar

Fatih Sultan Mehmed’de oğlunu sevmeyen, karşılaştığında boş gözlerle “kim bu çocuk, nereden çıktı” dercesine bakan bir baba imajı var. Hatta düştükleri bu garip durumu muhtemelen görüyorlar ki son sahnede iğreti bir biçimde baba oğul sarılma sahnesi ayarlıyorlar. Bu sırada onları izleyen Bayezid’in annesinin, nihayet oğluma sarıldı dercesine duygulanarak ağlamaklı hali de gerçekten sırıtmaktadır. Oysa Fatih Sultan Mehmed’in oğullarına ve torunlarına karşı müşfik tavrı kaynaklarca belirtilmektedir.

Keza aynı durum Fatih’in babası II. Murad Han için de belirtiliyor. Fatih tahta çıkarken babasının naşı yanına varıp kendisine beni şefkatle sarmayan kollar vs. gibi ifadelerle sitemini belirtiyor. Oysa II. Murad Han oğlu Mehmed’i çok sevmekte ve kendisinin her bakımdan mükemmel yetişmesi için üzerine titremekteydi. Nitekim oğlu henüz on iki yaşında iken tahtı kendisine devretmesi, Varna savaşına gitmek için rica ettiğinde kendisine bir zarar erişmemesi için kabul etmemesi ve fakat fetihnameleri onun adına yazdırması nihayet kendisine nasihatler ederken “ey benim biricik ciğer-parem olan oğlum” deyişi her şeyi ifade etmiyor mu?

Fatih fetihten sonra İstanbul’a at üzerinde girerken hocası Akşemseddin ise yayan yapıldak kendisine yetişebilmek için koşturmaktadır. Keşke bütün yazılı eserlerde görüldüğü üzere beraber at üzerinde gittiklerini ve bu sırada padişahın hocası hakkında söylediği sözleri yansıtsalardı. Hocasına kıymet vermez hali Fatih’in şahsiyetiyle tamamen çelişmektedir.

Fatih’in şahsiyeti ile alakalı olarak bu kadar hata ve yanlışları yapanların, katılmasalar dahi yine pek çok yazarımızın belirttiği Bizanslı kızların Fatih’e çiçek sunma hadisesini atlamaları da manidardır. Şayet işlenmiş olsaydı Fatih’in şahsiyetini yansıtan mükemmel bir tablo olurdu.

Evet, savaş hali anlıyoruz. Padişahın gergin anları ve sahneleri olacak Fakat filmdeki baştan sona gergin, telaşlı ve neredeyse saldırgan bir Fatih tipi gitmemiş. Hatta Fatih’in en meşhur yönü tasavvurlarını, düşündüklerini hissettirmeyen ve zamanı geldiğinde uygulayan biri oluşudur. Bu halleri ile onun, sakin, otoriter ve kararlı bir portre çizmesi gerekirdi. Ne yazık ki tam tersi olmuş.

Yine umumi hücumlardan bir netice elde edilemeyince, savaşa küsmüş bir halde çadırına kapanan Fatih’in çaresiz halleri, kırılan tespihinin üzerinde tepinmesi onun kişilik yapısı ile hiç örtüşmemektedir. Zira Fatih her zorluğu aşmaya çalışan, asla yılgınlığa düşmeyen, maneviyatı çok güçlü bir şahsiyettir. Onun fetih sırasındaki buluşları havan topu, yürüyen kuleleri, lağım savaşları, gemilerin karadan yürütülmesi gibi halleri bunun en bariz kanıtıdır.

Fatih tahta çıktığında Avrupa’nın, Bizans’ın hatta Karamanoğlu’nun ümitlenmesi, onu başarısız görmeleri gerçektir. Ancak bunlardan hareketle filmde Fatih’i halkının sevmediği ve ondan bir başarı beklemedikleri gibi bir imaj çizilmiştir.Halkın çarşı pazarda olumsuz konuşmaları ile bu imaj perçinleşmiştir. Son dönemlerde bazı tarihçilerin de dillendirdiği bu görüş yanlıştır. Fatih’in çocuk yaşta tahta çıktığında sergilediği tutum, tavır ve davranışlar onun başarısız değil bilakis fevkalade yerinde tavırlar gösterdiğinin delilidir. Bu konuda “Kayı 2” kitabımın okunmasını tavsiye ederim.

Bütün bunlara rağmen art niyetsiz olarak çekildiğini hissettiğim “Fetih 1453” filmini görülmeye ve izlenmeye değer bulduğumu belirtiyor daha güzel eserlerin verilmesini diliyorum. Zira tarihimiz bu konuda dünyanın en zengin koleksiyonlarını içermektedir.

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil

Kaynak: www.ahmetsimsirgil.com

21 Şubat 2012 2 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
EdebiyatTarih

Şah & Sultan Romanı Üzerine

by Ahmet Simsirgil 23 Kasım 2010

Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefa var

Aldanma ki şair sözü elbette yalandır

Son yılların popüler edebiyat ve romancısı Prof. Dr. İskender Pala Bey’in tarihi bir romanı daha okurları ile buluştu. Romanın ana kahramanlarının Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail ve Taçlı Hatun oluşu ise muhakkak ki esere olan ilgi ve alakayı kat be kat artırdı.

İskender Bey’in televizyonlarda çıkmadığı TV kanalı herhalde kalmadı.

Bunlardan bir tanesini ben de dinlememiş olsaydım belki romanı okumayacak ve belki bu yazıyı da kaleme almayacaktım.

Ancak orada bir değerlendirme yaparken üç cümlede dört büyük hataya düşmesi ilgimi çekti. Bu defa roman hakkında bir değerlendirme yapmama da yol açtı.

Zira İskender Bey bunun sadece bir roman kurgusu olduğunu belirtmiyor, tarihi hadiselerin doğruluğu üzerinde de ısrarla duruyordu. Hatta daha da ileri giderek tarihi hadiselerin mutlaka belgelere dayandırılması gerektiğini sık sık vurguluyordu.

Nitekim bir tenkide uğramamak için eserinin önsözünde:

“Yazdıklarımı okuyup tarihi açıdan eleştirilerini esirgemeyen değerli dostlarım Prof. Dr. Abdülkadir Özcan ve Doç. Dr. Erhan Afyoncu’ya,” diyerek teşekkürlerini beyan etmesi muhakkak ki kendisinde eserin tarihi olaylara tam bağlı olmasını istediğini gösterirken okuyucuda da bu duyguyu daha da pekiştirmektedir.

İskender Bey’in yukarıdaki bilim adamlarının görüş ve düşüncelerine ne ölçüde kıymet verdiği ve onların yönlendirmesi ile tarihi hadiseleri düzelttiği konusunda doğrusu büyük tereddütlerim oluştu. Zira eserin içerisinde, şayet titiz bir çalışmadan geçirdiler ise, tanıdığım ve değer verdiğim kıymetli bilim adamlarımızın altına imza atamayacakları birçok tarihi bilgi ve kurgu var.

Ancak okuyucu, eserin tarih danışmanı olarak bu kıymetli bilim adamlarının isimlerini gördüğünde, romandaki çarpıtılmış hakikatleri doğru diyerek kabullenecek ve belki de en küçük bir tereddüde mahal kalmadan okuyacaktır.

Bu itibarla eser hakkında küçük bir mütalaa yazmayı ve kıymetli okuyucularımla paylaşmayı uygun buldum.

Fuzuli’nin yukarıdaki beytinde şair sözü yalansız olmaz özdeyişine paralel olarak demek ki isminin başına Prof. unvanı eklenmesi de anlaşılan vaziyeti değiştirmiyor. Prof. Dr. İskender Pala Bey’in tarihi bir romanda tarihin en meşhur şahsiyetleri hakkında bu kadar hata yapması ve romanını bu kadar yanlış bir kurgu üzerine bina etmesi doğrusu anlaşılır bir hadise değildir.

Dilerseniz öncelikle yazarın Haber Türk TV’de 15 Ekim 2010 tarihli Öteki Gündem programında, romanından da esinlenerek söylediği sözlerden başlayalım. İhtimaldir ki okuyucularımızdan büyük bir kısmı da bu söyleşiyi izlemişlerdir.

İskender Pala Bey, Şah İsmail’in Yavuz Sultan Selim’in eline geçen Taçlı Hatun’a ne yapacağını düşünürken hatırına Timur Han’ın Yıldırım Bayezid’in hanımına yaptıklarını getirtmektedir.

İşte bu itibarla o söyleşide bu hadiseyi el alırken şöyle nakletti.

Yıldırım Bayezid Han’ın hanımı Türktü. Ankara savaşı sonrasında Timur Han’ın eline geçince Timur, kendisini çırılçıplak soydurdu ve askerlerine sakilik yaptırdı. Bu utanç dolayısı ile Osmanlı padişahları bir daha Türk kadınlarla evlenmediler. TV’de bunları anlattı.

Romanı okurken bunları neden anlattığının ifadelerini de bulmuş buldum. Şöyle ki:

“(Şah İsmail) Emir Timur ile Sultan Bayezit arasında geçenleri, Timur’un Yıldırım Hanın eşine yaptıklarını çok iyi biliyor ve Sultan Selim’in –o kanlı Selim diyor- Taçlı’ya böyle bir şeyi reva göreceğinden korkuyor. Acaba Selim de Emir Timur gibi davranır, Taçlı’yı soyundurup ordusunun önünde sakilik yaptırarak şerefini paymal eder miydi”? (Şah&Sultan, sh. 225).

Tarihi bir roman yazılırken insan kendi dönemine göre ve düşüncesine göre mi yazar yoksa tarihini yazdığı şahsiyetin düşüncesini mi ele alır. Ben roman ve hikâye yazarı olmadığım için bilemiyorum. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki kahramanını net bir biçimde tarihin mümtaz simalarından seçmiş olduğu halde o tarihi şahsiyeti maddi ve manevi yönleri ile tanımıyorsa veya onun şahsiyetine uygun olarak yazmıyorsa yazdığı kişi o olmaktan uzak olacaktır.

Yazarın burada öncelikle Timur Han’ın şahsiyetini çok iyi tanıması gerekir. Sanırım bu mevzuda “Timur ve Tüzükatı” adlı eseri dikkatle okuması gerekirdi. Üzerinde pek çok araştırmalar yapılan son olarak BKY yayınları arasında “Devlet Yönetmek” adı ile de yayımlanan bu eserden Timur Han’ın hayat ve devlet düsturlarını gösteren on iki maddeyi okusa acaba yazar onun askerlerine, bu kadar rahat içki içirip ortalıkta kadın kız oynattırabilir miydi?

Ben burada sadece birinci düsturunu söylemekle yetinmek istiyorum.

“Allah’ın dinini ve Hazret-i Muhammed’in hükümlerini dünyaya yaymayı esas edindim. Her zaman her yerde İslamiyet’i tuttum”.

Timur Han “ Biz ki Müluk-ı Turan Emir-i Türkistan’ız. Biz ki Türk oğlu Türküz. Biz ki milletlerin en kadimi ve en ulusu Türk’ün başbuğuyuz” diyerek kişiliğini Türk kültürüne töresine sahip çıktığını da açıkça ortaya koyan bir liderdir. Bu büyük cihangirin, mağlup ve gaza ehli yiğit bir Türk hakanına böyle bir hakareti uygun göreceğine acaba kim inanır. Böyle bir davranışı değil Türk’ün Türk’e, Türk’ün gayri Müslim hükümdarlara dahi uyguladığına dahi bir emsal gösterilebilir mi?

Sultan Alparslan’ın Bizans imparatoruna, Yıldırım Bayezid’in Macar şövalyelerine, Yavuz Sultan Selim’in Memluk hükümdarına karşı davranışlarını bilmek yetişir sanıyorum.

Belki böyle bir muameleyi, en nefret ettiği bir hükümdar olan Şah İsmail’in eşini esir etmiş bulunan Selim Han’dan bekleyebilirsiniz. Ancak onun da hiçbir şekilde Taçlı Hatun’u rencide etmediği ve ulemadan çok sevdiği Tacizade Cafer Çelebi ile evlendirdiği bilinmektedir.

Diğer taraftan İskender Pala Bey’in hiç olmazsa bu durumu en iyi bilecek ve belki bu konuyu Yıldırım Bayezid’in aleyhine mutlaka kullanacak olan Timurlu tarihçilerden Şerefeddin Yezdi ile Nizamüddin Şami’nin eserlerini görmüş olmasını dilerdim. Ne yazık ki onlara da bakmak ihtiyacını hissetmediği anlaşılmaktadır.

Oysa bütün bu kaynaklar Yıldırım Bayezid Han ile Timur Han arasında ilk günden vefatına kadar devam eden görüşmelerin hep hükümdarca cereyan ettiğini ve birbirlerine karşı saygılı ve ölçülü olduklarını açıkça beyan eder. Nitekim Osmanlı tarih yazarlarından Hoca Sadeddin Efendi Yıldırım Bayezid Han’la ilgili bazı iddialara cevap verirken Timurlu tarihçi Şerefeddin Ali Yezdi hakkında şu çarpıcı mütalaada bulunur.

“Şerefeddin Ali Yezdi kitabında bu konuları açıklarken bir tarafı küçültmede Timur’u yükseltmede aşırı ve ileri gider. Hemen hemen bütün yazdıklarını bağnazca dile getirir. Ancak iki padişahın konuşmalarını, görüşmelerini anlattığı zaman saygı ve yüceltme gösterilerinden başka bir görünüş, padişahlığın şanına dokunacak bir tutum ya da davranıştan söz etmez. Bazı Türkçe tarihlerde masalcı babalar padişahın hapse atıldığından, kafese kapatıldığından söz ederler ki, bunlar düzme haberlerdir. Şayet o günlerde buna benzer bir tutum görülmüş olsaydı, Mevlana Şerefeddin bin dereden su getirerek laf kapısını açmak zorunda kalacaktı”.

Gelelim yazarın Haber Türk TV’deki yaptığı diğer hatalara:

“Yıldırım Bayezid Türk olan eşini savaş meydanına getirdi ve o Timur tarafından esir edildi” dedi.

Bir defa esir edilen hanım Türk değildi. Sırp kralı Stefan Lazareviç’in kızkardeşi ( I. Lazar’ın kızı) Despina idi (Kaynaklarda adı Marya ve Olivera diye de geçmektedir).

İkincisi Osmanlılar eşlerini savaş meydanlarına götürmezlerdi. Nitekim Despina da Yıldırım Bayezid’den olan iki kızı ile saklanmış oldukları Yenişehir’de yakalanarak Timur Han’ın katına gönderildiler. Timur Han bunları derhal Yıldırım Bayezid Han’ın yanına gönderdi. Zafername’nin kaydına göre Timur Han bu kızlardan birini torunu Ebubekir Mirza ile evlendirmiştir.

Yıldırım Bayezid’in eşi Despina hanım Müslüman olmamıştı. Şerefeddin Yezdi onun Timur’un sarayında iken İslamiyet’i kabul ettiğini yazar (Uzunçarşılı s. 316).

Bütün bu bilgilerden, Timur Han’ın Bayezid Han’a ve eşine davranışı ile ilgili olarak çıkarılabilecek onlarca kurgudan siz en kötüsünü ve hiç olmazını alıyorsunuz.

Yazar bu elim hadiseden sonra Osmanlı padişahlarının bir daha Türk kızları ile evlenmediklerini de ifade etti.

Gömleğin birinci düğmesi yanlış iliklenirse hepsinin yanlış gideceği açıktır. İşte buna çok açık bir gösterge. Yukarıdaki ifade yazarın tarih bilgisinin de ne kadar zayıf olduğunu gözler önüne sermekteydi. Zira yazarın II. Murad Han’ın Candaroğlu II. İbrahim Bey’in kızı Hatice Hatun ve Amasyalı Şadgeldi Paşanın torunu Yeni Hatun ile Fatih Sultan Mehmed’in Dulkadıroğlu Süleyman beyin kızı Sitti Hatun ile ve II. Bayezid’in de yine Dulkadıroğullarından Alaüdevle beyin kızı (ki Yavuz Sultan Selim Han’ın annesidir) Ayşe Gülbahar Hatun ile evliliklerinden haberdar olmaması anlaşılır bir durum değildir.

Gelelim eserdeki diğer tarihi hatalara:

“Sultan Selim sağ elini bir kartal pençesi gibi açıp Sultan Bayezit’in göğsünü şiddetle ittirmesi ve o yaşlı babanın oturduğu minderde yıkılacak gibi sendelemesi gözümün önünden hiç gitmiyor. … ihtiyar Sultan Bayezit, otuz yıldır hükmettiği devletin elinden gittiğine üzülen bir hükümdar olarak değil de oğlundan böyle bir muamele görme bahtsızlığını yaşayan bir baba olarak çok ama çok içerlemiş olmalıydı. Yalnızca “Oğul beni zebun ettin, inşallah şirpençeler elinde can veresin” diye mırıldanmış, sonra da boynunu bükmüştü” (Şah&Sultan sh. 143).

Hiçbir kaynakta bulunmadığı halde yine hikâyecilerin uydurması ile II. Bayezid Han’ın oğlu Selim Han’a beddua ettiğini işitir dururduk.

Şimdi ise İskender Pala Bey;

Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı

Dizelerini hatırlatırcasına Selim’e yaşlı babasına bir de sille attırıyor. Artık bir de bu yanlışı düzeltmekle uğraşacağız.

Bir defa Şehzade Selim çok istemesine ve nice kere mektuplar göndermesine rağmen babası ile buluşmaya muvaffak olamamıştı. Devlet adamlarının onu babası ile görüştürmedikleri gibi ayrıca fitne ile çatışmaya da yol açtıkları bilinmektedir. Nitekim Selim Han daha sonra bu durumu:

“Biz muhterem babamızla buluşup, elini öpüp hayır duasını alacak sonra da memleketin ahvalini kendisine arz edecektik. Bizi istemeyen devlet erkânı aramıza duvar gibi girdiler. Oradan uzaklaşmamıza neden oldular” diyecektir.

Olayların devamında saltanatı kendisinden teslim alırken karşı karşıya geleceklerdir. Buradaki hadiseler ise kaynaklarda çok açık ve geniş bir şekilde anlatılmakta olup Selim Han’ın babasına karşı edebinden ve hürmetinden başka bir şey gösterilemez.

II. Bayezid Han da saltanatı oğlu Selim’e teslim ederken ona devlet idaresi ile ilgili nasihatler etmiş ve sonunda “Oğul saltanatın mübarek olsun” diyerek iktidardan çekilmiştir (Bak. Solakzade Tarihi, c. I, sh. 467-468; Tacü’t-Tevarih, c. IV, sh. 94-97).

Nihayet Osmanlı padişahları içerisinde “Veli” unvanı ile yâd edilen bir padişahın devletin temel direği mesabesinde bulunan ve saltanata geçen bir şehzadesine beddua etmesi ne derece doğru olacaktır. Burada evlada beddua etmek devlete, dine beddua etmekle aynı manayı taşımaz mı?

İşte romanın gücü bu noktada ortaya çıkıyor. Eski roman ve hikâyelerdeki yanlışlar İskender Pala beye o kadar işlemiş ki Profesör olmasına rağmen değişmemiş ve kendi romanını yazarken onu yeni yanlışlara da sürüklemiştir.

Yine eserde “Osmanlı yurdunda halkın neye inandığı yöneticilerin hiçbir vakit umurunda olmamıştı… İlla hâkimiyet alanlarına giren olursa tepelemişlerdi” demektedir (Şah&Sultan, sh. 112).

Evet, Osmanlı Devletinde devlete isyan etmenin, padişahın saltanatına göz dikmenin cezasını ve akıbetini herkes bilmektedir. Kardeş katlinin sebebi malumdur.

Ancak “sui misal misal olmaz” iktizasınca buradan hareketle “halkın neye inandığı Osmanlı idarecilerinin umurunda olmazdı” demek Osmanlı Devletini ve onun idarecilerini hiç tanımamak demektir.

Padişahların, halkın neye inandığını istemelerini anlamak için devletin eğitim kurumlarını bu kurumların müfredatını, devletin desteklediği tekke, zaviye ve dergâhların konumunu padişahların bizzat bu dergâhlarla ilişkilerini ve halifelerin birinci vazifesinin dini sıyanet/ korumak olduğunu bilmek eminim ki o iddianın en açık cevabıdır.

Yazar, Yavuz Sultan Selim’in Anadolulu Kızılbaşlara vurduğu darbe konularını işlerken de önce:

“Şah İsmail’e yakın duran ne kadar Kızılbaş var ise yoklama defterlerine yazdırttı” diyor. Sonra Kızılbaşlar için fetva verenleri:

“Devlet yöneticilerinin baskıları ile mi? İştah kabartan tekliflerine tamah ederek mi”, diyerek ayrı bir şüphe getiriyor. Ardından da “Görevlendirilen kimseler iştahla Kızılbaş avına çıktılar.” Diyerek noktalıyor. (Şah&Sultan, sh. 148-150).

Aslında bu konu Faruk Sümer, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Şehabeddin Tekindağ ve günümüz ciddi tarih araştırmacılarının da ortaya koyduğu gibi bugün tam manasıyla aydınlatılmış hususlardan biridir.

Birincisi Selim Han’ın bir defa Kızılbaşları defter ettirmesi son birkaç senedir Anadolu’yu kan ve ateşe boğan Kızılbaşları tespit ettirmekti. Şayet öyle olmasa defter ettirmesine ne gerek vardı. Zira Kızılbaş köyleri tamamen ayrılmış olduğu için genel bir katliam yapacak olsaydı, hiç defter ve tespit ettirmeden emir vermesi gerekmez miydi?

Diğer taraftan Şah İsmail’in sebep olduğu bu karışıklıklar sırasında bir Osmanlı sadrazamının (Hadım Ali Paşa) öldürülmesi, ölü sayısının elli binlere ulaşması, Şehzade Korkud’un bir saldırı sırasında canını güçlükle kurtarması isyanın boyutlarını ve Anadolu’nun düştüğü elim vaziyeti açık bir biçimde göstermektedir ki Selim’in bu tedbirleri almasında bütün ilim adamları müttefiktir. Bugün bir dış devlet diğer bir devleti bölmek ve parçalamak için bu tip tertiplere girişmiş olsa devletlerin alacakları tedbirler neler olurdu?

Oysa İskender Bey’in mütalaalarını doğru kabul edersek âlimleri rüşvetle iş gören kimseler olarak algılayacağız. Şah İsmail’e yakın olanlar denilince bütün aleviler işin içine girecek ve Kızılbaş avı denince de sorgusuz sualsiz bir katliam ortaya çıkacaktır. Böylece hiçbir tarihi delile istinat etmeyen yaklaşım, bir romanda daha tekrar edilmiş olmaktan ve yanlış bir yarayı daha fazla eşelemekten öteye gitmeyecektir.

Son olarak değineceğim önemli bir tarihi hata da elçiler teatisindeki ifadelerdir. Yazar elçilerin gidiş gelişlerindeki mektuplardaki ifadelerin ve gönderilen hediyelerin, sonunda iki hükümdarı da çileden çıkardığından bahisle:

“Ve ikisi de bunları getiren elçileri daha acımasızca öldürttüler. Diri diri derisini yüzdürterek, canlı canlı kazanda kaynatarak, yarı baygın kazığa oturtarak veya gözleri açık kayalardan atıp parçalattırarak… Şahın Sultan’dan farkı, öldürttüğü elçilerin kafatasından şarap içmeyi adet edinmesiydi, işte o kadar” (Şah&Sultan, sh. 180).

Açıkçası bu noktada İskender Bey’in ne yapmak istediğini, okuyucusunu nereye vardırmak ve ne düşündürmek maksadında olduğunu anlayamadım. Her iki hükümdarı da zirvenin doruğunda birer zalim olarak mı sunmak istemektedir. Zira bire on katarak anlatma sanatı bu olsa gerek diye düşünüyorum.

Bir defa Selim Han sadece Şah’tan gelen ilk mektuptaki ifadelere ve elçinin tavır ve davranışlarına sinirlenerek Şah Kulu Akay Bevey’i öldürttü. İşkence ettirdiğine dair hiç bir emare olmadığı gibi sonra gelen elçileri de öldürttüğüne veya böyle bir muameleye tabi tuttuğu hakkında hiçbir bilgi yoktur.

Diğer taraftan Selim Han Safevi hükümdarına hiçbir zaman Sünni bir elçi göndermemiştir. Her defasında yanında esir bulunan Şii halifelerinden birini göndermiştir. Şahın ise kendisinden olanlara bu kadar zulümler yaptığını ve kafataslarından şarap içtiğini söylemek ne kadar akla ve vicdana sığar anlamadım. Hangi tarihi kaynaklarda buldu çözemedim.

Romanın kurgusuna gelince açıkçası onu da beğendiğim söylenemez. Tarihi hadiseler nasıl zıtlık arz ediyorsa kurguda da aynı uygulamalar dikkat çekiyor.

Selim Han’ın can yoldaşı konumundaki Can Hüseyin her meselede bir Sünni gibi değil de bir Şii gibi düşünüyor. En sonunda da Çaldıran savaşında Şah İsmail’in yanında bulunan kardeşi Hasan’ı bizzat kendisi öldürdükten sonra onun yerine geçip Şah’ın hizmetine giriyor. Şah ise bir anda, bu değişikliği hissetmeyecek kadar şaşkın (!) bir kişilik oluveriyor. Keşke Şahın yanındaki Hasan da Selim’in hizmetine girmiş olsaydı. Daha heyecanlı olurdu.

Romanın ana omurgası konumundaki Taçlı Hatun’u ise nasıl anlamak nasıl değerlendirmek gerektiğine karar veremiyorsunuz. Şaha mı âşık, Selim Han’a mı? Çocukluk aşkı Ömer’e mi, yoksa şahın yanına gelişinden ölümüne kadar hiç yanından ayrılmayan Kamber’e mi? Diğer taraftan bu dördünün de tek tutkuyla bağlandığı kişi Taçlı Hatun mu? Neticeyi ve nasıl bir kişilik olduğunu sizler değerlendireceksiniz.

Eh bu kısmı neticede kurgu diyebilirsiniz. Taçlı Hatun’un duygularını yazmıştır da diyebilirsiniz.

Yalnız Taçlı Hatun’un da tarihi bir kişilik olduğunu unutmayalım.

İşte bu safhada belki tüm romancılara bir kez daha şu sualin sorulması gerekiyor. Romancı tarihi şahsiyetleri yazarken o dönemin fikir ve düşünce iklimine girerek onların şahsiyetini, aldıkları eğitimi, inançlarını ve düşüncelerini dikkate alarak mı konuşturmalı yoksa kendi çağındaki insanın veya bizzat kendisinin fikirlerini mi onlara empoze etmelidir?

O zaman sizin kimi yazdığınız ve anlattığınız daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır.

Çetin Altan’ın 24 Şubat 2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nde Fatih Sultan Mehmed’le ilgili bir yazısına haklı olarak itiraz ederken; “ben fıkra muharriri olarak anılan kişilerin doğruları araştırarak yazmak gibi bir sorumlulukları olduğunu düşünüyorum. Gerçek bir muharrir, asla okuyucusu yanıltmak istemez çünkü (Radikal Kitap, 04. 03. 2005)”. diyen Prof. Dr. İskender Pala Bey’e de şu soruyu sormak benim hakkımdır.

Aynı duyarlılık romancılar için geçerli değil midir? Onların okuyucularına karşı gerçekleri yazmak gibi bir sorumlulukları yok mudur?

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil

Kaynak: www.ahmetsimsirgil.com

23 Kasım 2010 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail

About Me

About Me

Writer & Reader

Neque porro quisquam est, qui dolorem ipsum quia dolor sit amet, consectetur, adipisci velit, sed.

Keep in touch

Facebook Twitter Instagram Pinterest Tumblr Youtube Bloglovin Snapchat

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

Recent Posts

  • Rachel Corrie

    16 Mart 2024
  • 2023 Kitap Fuarları

    25 Kasım 2022
  • 2022 Kitap Fuarları

    10 Ocak 2022
  • Covid-19 Pandemisi ve Sağlık Çalışanları Üzerindeki Etkileri: Sosyolojik Perspektif

    26 Mayıs 2021
  • 2021 Kitap Fuarları

    29 Ekim 2020

Categories

  • Edebiyat (6)
  • Ekonomi (6)
  • Featured (6)
  • Genel (23)
  • İş Dünyası (9)
  • İslâmi Bakış (11)
  • Kitabiyat (42)
  • Kitap Fuarı (6)
  • Kitap Fuarı Detay (7)
  • Life (2)
  • Moments (7)
  • Nature (5)
  • Sanat (1)
  • Stories (6)
  • Tarih (4)
  • Travel (5)

About me

banner
Soledad is the best selling Blog & Magazine WordPress Theme of this year on Themeforest.

Popular Posts

  • 1

    Writing New Life Chapter

    07 Haziran 2017
  • 2

    My Baby Cactus

    07 Haziran 2017
  • 3

    Green Corner in My Home

    07 Haziran 2017

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram
  • Pinterest
  • Tumblr
  • Youtube
  • Bloglovin
  • Snapchat

@2019 - All Right Reserved. Designed and Developed by PenciDesign


Back To Top
Mağaradakiler
  • Travel