Mağaradakiler
  • Travel
Category:

Edebiyat

Kalanlarin Ardindan
Edebiyat

Kalanların Ardından

by Mustafa Sevimli 22 Şubat 2016

Kalanların Ardından

Her yolculuk ayrılık,

Her ayrılık başlangıç.

Ayrılıkla başlayan yollar,

Ümitleri vuslata bağlayan yıllar.

Yollar durur, belki de yürümekte mekânlar,

Mekânları kuşatan çepeçevre zamanlar.

Gidenlerin ardında gözü yaşlı kalanlar,

Kalanların ardında yaşanmamış zamanlar…

Mustafa İ. Sevimli

22 Şubat 2016 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Edebiyat

Kutlu Doğum Haftası: Merhamet Peygamberi

by Magaradakiler 25 Nisan 2012

İpinle çıktım kuyuya
Kuyuya çıktım ipinle
Dediler, çıkılası değildir kuyu
Karanlıktır, inilir.
İn/dir.
Dedim, nedir ki in?
Mağara, dediler.
Bilgelerine götürdüler.
Bir mağara düşün dostum,dedi
Duvarına gölgeleri yansır hakikatlerin
Gerçek sanırsın.
Ne zaman çıksan dışarı
Görürsün hakikatleri
Güneşi görür söyleyemezsin
Bir mağara düşün dostum yanılgılar ülkesi
Bu yüzden atıyor herkes kendini dışarı
Bu yüzden mi dışarıda hayat?
Bu yüzden mi sergilemek her şeyini güneşin altında ?
Ve hayatı güneşlere taşımak?
Karanlık korkusu bu yüzden mi?
Balkonlar, sokaklar, kalabalıklar…
Bin parçaya bölünmüş gösterişli bedenler
İçeri korkusu mu mahremlerin sergisi?
Özü mağaradan çıkmak olan bir medeniyet düşün
Bir mağara düşün dostum
Bir Hira düşün
Öyle bir mağaraya gir ki
Gölge olduğunu göstersin sana dışardakilerin
Ve öğretsin sana
Merhamet olduğunu karanlıkların
Bil ki bazen görmek için örtmek gerekir
Bazen örtünmek gerekir korkmamak için
Bakmak gerekir bazen
Sırtını güneşe çevirip girmek ıssız mağaralara
Zirvesine çıktığın dağları alt ettim sanma
Mağaralarına in
Merhamet’e sığın Rahman’ın
Bir çocuk gördüm dostum annesini yitirmiş
Bir kadın su verirken bir cana
Bir yolcu gördüm dostum
Yörüngesi şaşırmış
Bir gemi gördüm yaklaşmazken limana
Bir nebi gördüm dostum yetim başı okşarken
Bir nebi
Cennetle müjdelerken
Yörüngeyi taşıdı yolcunun ayağına
Gemiyi liman yaptı denizin ortasına
Dediler, imkansızdır denizi liman yapmak
Bir mağara var dostum
Karanlığı aydınlık
Aydınlık mı? dediler
O tam bizim işimiz
Güneşten gelir bize ekmeğimiz, aşımız
Aydınlanma istersen yoktur bizim eşimiz
Bir bilge var şu dağda yüreğimiz başımız
Görmek istiyorsan ışığa sığın
Güneşi al arkana aydınlansın önlerin
Mağarandan çık
Gözünü kullan
Yine de bil
Bir ateştir aydınlık
Bil yine de dedi bilge
Bir ateştir aydınlık
Bu yüzden mi bu güneş?
Bu yüzden mi bu sahil?
Bu yüzden mi yakıyor geceri aydınlık
Azalıyor yıldızlar karardıkça geceler
Bu yüzden mi benziyor silahlar güneşe?
Çözülmüş beyin gibi çıkıyor gökyüzüne
Bu yüzden mi gözlerim yüreklerimden üstün?
Bu yüzden mi bilincim kulaklarıma küskün?
Bir medeniyet düşün dostum
Aklı fikri göz olan
Bir kulaktı oysa karanlıkları gören
Bir vahiy bir ses
Bir elçiyi dinledim merhametten bir halka
Etrafında çevrilmiş anlatıyordu bir halka
Bir nebi dinledim dostum
Sözü yıldız parçalar
Dinledikçe gönlümde birleşiyor parçalar
Bir nebi gördüm dostum
Bir çocuk taşıyordu sonsuz secdelerinde
Merhamet taşıyordu
Taşımak mı? dediler
O işi bize bırak
Deniz bize deredir
Yakındır bize ırak
Taşımakla kuruldu bu belde bu saltanat
Bir şair var orada
Her kelimesi sanat
Dedi,bak şu tepeye kanat yüklü insanlar
Dedim,nedir ki bunlar neden kanatları var
Dedi, bazısı var kanatla uçayım der
Gökyüzüne varayım bulut olsun bana yer
Dedim, uçmak için değil mi bu kanatlar
Dedi ,uçası değil acınası insanlar
Dedi, onlar hayatta aşağı düşecekler
Unutma her düşenin mutlaka kanadı var
Dedim ki, her birimiz düşesi değil miyiz?
Öyle buyurdu şair susası değil miyiz?
Bu yüzden mi bu düşüş, bu çöküntü, bu uçuş?
Kanatlarımız var da uçmaya mı çalıştık?
Ya da düşmek bitmezken kanada mı alıştık?
Gözlerimiz bundan mı her daim yukarılarda?
Uçamaya çalışırken kırıldı kanadımız
Bu yüzden mi uçaklar, füzeler, salıncaklar?
Bu yüzden mi bulutlar, ulaşılmaz umutlar?
Bir medeniyet düşün dostum düşmeyi uçmak sanan
Bir kanat düşün dostum düşmek için olmayan
Bir kanat düşün dostum alemleri kapsayan.
Dostum
Bir rahmet düşün
Bir kanat
Bir ufuk
Bir kanat nasıl tutar düşmeyi diye sorma
Düşmek mekanda olur
Bunu mekana yorma
Bir nebi düşün dostum
Mekanı zaman kılan
Bir düşüş düşün dostum
Zaman içinde olan
Bir düşüş düşün dostum
Zamanda uçmak olan
Mekan zaman, dediler
Anahtarı bizdedir
Dünyayı biz küçülttük
Zaman elimizdedir
Bilgeleri şairi artık geçmişte bırak
Zaman senin zamanın
Sadece kendine bak
Kendime baktım şimdi
Kıılmış bir çift kanat
İster düşlere uyan
İstersen gerçeğe yat
Bir düşüş düştü alem
Ayrıldık sandı Senden
Sen gelince gül oldu
Gül oldu güller senden
Şimdi ipinle çıktım kuyuya
Kuyuya çıktım ipinle
Ve burası kuyu değilse?
Ve bu çıkış inişse?
Ve bu ip Seninse?
İstersen beni burda bırak
Burda ne düşmek, ne kalkmak
Ne mağara, ne uçmak
Ne kanat çırpışı
Ne durmak için zahmet
Her şey düşer gibiyken
Mağaranın dışına
Yalnız Seni düşünmek…
Seni düşünmek Rahmet…
Merhamet Peygamberi…

25 Nisan 2012 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Edebiyat

Gizemli Keşfin Hüzünlü Tanığı: Hürmüz

by Mustafa Sevimli 06 Şubat 2012

Aile kurmak özelikle de çocuk sahibi olmak neden önemlidir? Bu türden soruların en azından bir veçhesiyle tatminkâr cevabı çoğu zaman hayatın içinde saklı değil midir? Belki de Profesör Bossert ile Hürmüz Hanım’ın etkileyici ve bir o kadar da hüzünlü yaşam öyküsünde…

Hikâye, araştırmacı-gazeteci Burçak Evren’in* bitpazarında dolaşırken bulduğu iki fotoğraf albümüyle başlar. Alışıldık aile albümlerinden farklı olarak bu albümlerde, bir arkeolojik kazı çalışmasında çekilmiş fotoğraflar bulunmaktadır. Kendisi de arkeoloji eğitimi almış olan Burçak Evren, giderek artan bir merakla albüm sayfalarını çevirdikçe, gizemli bir hikâyenin üzerindeki sisleri aralamaya başladığının belki o an farkında değildir.

Albümdeki fotoğraf karelerinin hemen hepsinin merkezinde, çoğu zaman kolonyal şapkası ve bastonu ile ilk bakışta yabancı asıllı olduğu anlaşılan keskin bakışlı biri vardır. Belli ki bu kişi kazı başkanıdır. Fotoğrafların arkasında ya da kenarlarında, içeriğe ait bir bilgi yoktur. Yalnız, her iki albümün kapak içlerinde elle yazılmış birer küçük yazı vardır; “ Hürmüz I” ve “Hürmüz II”

Bu adamlar kimdir? Hürmüz kimdir? Fotoğraftaki kazı yeri neresidir? Önemli birilerine ait olduğu anlaşılan bu albümler bitpazarına nasıl düşmüştür? Burçak Evren, kafasındaki bu ve benzeri pek çok soruyla, bir araştırmaya başlamak üzere, albümleri küçük bir ücret karşılığı satın alır. Artık sadece fotoğrafları değil, ilginç bir hayatın ve bilinmeyen bir kazının öyküsünü de elinde tutmaktadır.

Albümlerin sırrını çözmek üzere çalışmalara başlayan Burçak Evren, yaptığı görüşmeler ve kütüphane taramalarıyla başlangıçta bir yere varamasa da yılmaz. Aylarca bir ipucuna ulaşabilmek için uğraşır. Sonunda, albümdeki fotoğraflardan birine “Arkeolojinin Delikanlısı” adlı bir kitapta rastlar. Artık düğüm çözülmüştür. Albümlerdeki fotoğraflar Karatepe kazısında çekilmiştir. Hemen her fotoğraf karesinin merkezinde yer alan kişi ise, Türk Arkeoloji Enstitüsü’nün kurucusu, Alman asıllı Profesör Helmuth Theodor Bossert’tir.

Peki, albümlerin kapak içlerine ismini yazmış olan Hürmüz kimdir? Bu sorunun cevabını da Karatepe ekibinde Bossert’in asistanı olarak bulunmuş olan, Profesör Halet Çambel verir. Hürmüz, Bossert’in Türk eşidir. Bossert, 1947 yılında Türk tabiiyetine geçtikten bir süre sonra, konferansları sırasında tanıştığı Hürmüz Hanım’la evlenmiştir.

Bossert, savaş karşıtı duruşu nedeniyle, dönemin Almanya’sında yükselişte olan Nazi yönetimi ile ters düşünce, aldığı davet üzerine 1933 Üniversite reformu ile birlikte İstanbul Üniversitesinde ders vermeye başlar. Bu yıllarda Boğazköy kazılarına da katılır. 1945 yılında ise İstanbul Üniversitesi adına, eski Hitit kervan yolunu araştırmak amacıyla, küçük bir gezgin gurubuyla bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuğu sırasında Feke yöresinde göçebe Yörüklerden, Kadirli yakınlarındaki Karatepe’de bir aslanlı abidenin olduğunu öğrenir. Ancak, mevsim koşulları elvermediği için yollarına devam edemeyip İstanbul’a geri dönerler.

1946 yılı Şubat ayında yaptığı ikinci seyahatte, Kadirli ilçesinin 22 km. güneydoğusuna düşen dağlık bölgede, bugün Karatepe-Aslantaş** diye anılan M.Ö. VIII. ve VII. yüzyıla tarihlenen bir geç Hitit kalesinin varlığını ortaya çıkarır. Bu, 1951 yılına kadar sürecek olan Karatepe keşfinin ilk adımıdır. Karatepe keşfi ve sonrasında elde edeceği başarılar, Bosert’i ilim tarihine geçirecek ve uluslar arası bir üne kavuşturacaktır.

Bossert 1947 Eylül ayında, kazıya başlamak üzere ekibiyle birlikte üçüncü kez Karatepe yolculuğuna çıkar. Bu kez yanında, henüz evlendiği eşi Hürmüz Hanım’da vardır.  Bossert ve ekibi Karatepe kazılarında, dünyadaki bütün Hititologların hayali olan, aynı içerikteki çift dilli metni, Fenike yazısı ve Hitit Hiyeroglifiyle yazılmış yazıtları bulur. Bu keşif o güne kadar çözülememiş olan Hitit Hiyerogliflerinin çözümü için büyük bir adım olup, arkeoloji dünyasında, Napolyon dönemindeki Champollion’un üç dilli Rosetta Taşı keşfiyle karşılaştırılır ve onun kadar ünlü sayılarak büyük yankı uyandırır. Bossert, kazı sonrası yaptığı çalışmalarla Hiyerogliflerin çözümünde de önemli başarılar elde ederek, bu alanda dünyadaki altı bilim adamı arasında yer alır. Hürmüz ise, kazı süresince ve sonrasında, eşi Bossert’in yanında bir fotoğraf albümünden çok daha fazla, bu anıların sahibi olarak tarihi keşfe tanıklık etmiştir.

Eşi Hürmüz Hanım’ın rahatsızlığı nedeniyle evine ve eşine daha çok zaman ayırmak isteyen Bossert, İstanbul Üniversitesindeki görevinden 1959 yılında emekliye ayrılır. Eşinin rahatsızlığını hafifletmek için, kimi zaman Büyükada’da fayton gezileri, kimi zaman kısa seyahatler ya da eş dost ziyaretleri yapar. Fakat ne yazık ki Hürmüz Hanım’ın rahatsızlığı giderek artar. Ve sonunda onu Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatırmak zorunda kalır.

Profesör Bossert, 1947 yılından beri hiç yalnız bırakmayıp tüm kazılarına ve gezilerine beraberinde götürdüğü eşini, hastanede yattığı sürece de hiç yalnız bırakmaz. Gün aşırı, Cihangir Tavukuçmaz Sokaktaki evinden Taksime, oradan da Bakırköy’deki hastaneye eşine gider.

1961 yılının soğuk bir 5 Şubatında, yine eşini ziyaret etmek için evinden dışarı çıkar. Taksim meydanına varır, gezi parkının karşısındaki dolmuş duraklarına doğru yönelir. Birden ayağı kayar, düşer… Ve düştüğü yerden bir daha hiç kalkmaz.

Bu noktada sözü, bit pazarına düşmüş albümlerden yola çıkarak bizi önce Bossert’e, Bossert’ten de Karatepe’ye götüren, böylece hem çok önemli tarihi bir yolculuğu hem de bu albümlerin hüzünlü hikâyesini gün ışığına çıkarmış olan Burçak Evren’e bırakalım.

“Hürmüz Hanım, bir gölge gibi hiçbir zaman yanından ayrılmadığı eşine, yine bir gölge gibi kimsenin bilmediği bir tarihte kavuşuverir.

Bu albümler; yalnızca önemli bir tarihin gerçek kanıtları değil, onun da ötesinde bu tarihe tanıklık etmiş talihsiz bir kadının yalnızlığını son ana kadar dindiren belki de azaltan, Bossert’siz yaşamının tek serveti, dayanağı olmuştur.

O’ndan sonra sahipsiz kalıp da bu yüzdendir bit pazarına düşmesi…”

Mustafa İ. Sevimli


*  Arkeolog, araştırmacı-gazeteci. Bitpazarında bulduğu fotoğraf albümlerinin izini sürerek unutulmuş bir öyküyü ortaya çıkarmış ve elde ettiği bilgi ve belgelerden hareketle üç bölümlük “Bossert’in İzinde Karatepe” belgeselinin senaryo yazarlığını ve danışmanlığını üstlenmiştir.

** Karatepe-Aslantaş Açık Hava Müzesi ve Milli Parkı: Ülkemizin ilk açık hava müzesidir. Osmaniye’ ye 30 km. mesafede, Kadirli ilçesinin 22 km. güney doğusundaki Karatepe yöresindedir. 1947 yılında Profesör Bossert’in başlattığı arkeolojik kazılar sonucunda, son Hitit (Eti) medeniyetine ait çeşitli eserlerin bulunması üzerine, bunların esas yerlerinde ve doğal çevreleri içinde onarılıp sergilenmesi amacıyla kurulmuştur. Tarihi, kültürel ve doğal değerleri içeren 7715 ha. lık bu alan, 28.09.1958 tarihinde Milli Park olarak ayrılmıştır.

06 Şubat 2012 1 comment
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Edebiyat

Üsküdar’da Konak Hayatı

by Magaradakiler 29 Ağustos 2011

Çocukluğumun ve hattâ gençliğimin bir bölümünün Üsküdar’ı, bir ahşap konaklar beldesiydi. Eskihamam, Açık Türbe, Doğancılar, Ayazma, Salacak, İhsâniye, Sultantepesi, Toygar, Altûnîzâde, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy semtlerini en az iki ve en çok dört katlı, çoğu kere haremlik ve selâmlık bölümleri de olan konakların yoğunlaştığı yerler olarak hatırlıyorum. Hepsinin de, mutlakā, enva-i türlü meyve ağaçları ve çiçeklerle bezenmiş geniş birer bahçesi olurdu. 1950’li yıllarda bu konakların yaşlarının, yaklaşık, 60 ilâ 200 yıl arasında değiştiği söylenirdi.

Rahmetli babamın hayatı, ailesine ait iki büyük konak ve bir de konak yavrusunda geçmiş. Ben bunların üçüne de yetiştim ama yalnızca doğduğum Münib Paşa Konağı’nda yaşadım. Eskiden, İhsâniye semtinde Kasap Veli Sokağı’nda bugünkü 10 numaralı arsada yükselen, babamın çocukluğunda zarûretten dolayı 100 altına satılmış olan dört katlı, atalarımdan “Çuhadarbaşı Mehmed Emîn Ağa[1] Konağı”nı da; babamın doğduğu, Hâkimiyet-i Millîye Caddesi üzerinde bugün Lâhmâcuncu Hacıoğlu’ya bitişik olan 122 numaralı içerlek hanın yerinde olan ve daha sonra gene zarûretten dolayı 40 altına satılmış olan konak yavrusunu da ziyâret etmek imkânım olmadı. 1965’e kadar içinde oturduğumuz ve ağabeylerim Mahmûd Mazhar’ın[2] ve Muvaffak’ın[3], yeğenim Abdullah Ahmet Refik’in[4] ve rahmetli büyük kuzinim Meliha hanımın oğlu Prof.Dr. Mehmet Semih Dedeoğlu’nun[5] doğduğu, Doğancılar Caddesi’ndeki 26-28 numaralı üç katlı konağı ise babaannemin babası Münib Paşa XX. yüzyılın başında 150 altına satın almış.

Tavanları 3-4 metre yüksekliğindeki Münib Paşa konağında 15 oda ve 3 büyük sofa, 1 ahır, 2 bahçe, 1 sarnıç, 3 kuyu, 1 dönme dolap ve müstakil 1 mutbak müştemilâtı vardı. Fakat benim çocukluğumda konağın selâmlığı kirâya verildiğinden biz ancak 10 oda, 1 sofa, 4 gusülhâne, 5 muazzam gömme dolap, 2 mutbak, 2 taşlık, 1 kömürlük, 1 sarnıç, 2 kuyu, 3 helâ, 1 tahtaboş ve çok geniş 1 bahçeden oluşan haremlik kısmını işgāl ediyorduk. Yalnızca bu kısım dahi, bahçesi hâriç, 500 ­m2 den büyük bir mekân demekti. Annem alt kattaki mutbakdan seslendiğinde eğer ben en üst katta isem sesini duyamazdım.

Konağımızın bahçesinde beyaz ve siyah incir, beyaz ve siyah dut, ayva, erik, armut, nar, kızılcık ve zerdâli ağaçları ile asma vardı. Birkaç çeşit gül, yabangülü, pembe ve mâvi ortancalar, birkaç çeşit karanfil, papatya, filbahri, hanımeli, akşam sefâları, şebboy, sardunya, aslanağzı ve hercâî menekşeler de kısa kesilmiş şimşirlerin sınırlandırdığı çiçek tarhlarını süslerdi. Bahçenin bir köşesindeki kümeste bir horoz ile sayıları, zaman zaman, 10 ilâ 20 arasında değişen farklı birkaç cins tavuk bulunurdu. Buna, arada sırada, birkaç tâne Kandıra hindisinin katıldığı da olurdu. Ancak bu hindiler uzun müddet kümeste kalmazlardı.

Her sene bahçıvan gelir, bahçeyi tanzîm eder ve sırık domatesi, hıyar, fasulya, kabak, asma kabağı, patlıcan, sivri biber, yeşil soğan, dereotu ve maydanoz ekerdi. Bunlara ilkbahar ve yaz akşamları su vermek ise ağabeyim ile benim görevimdi. Bâzen bu iş için bahçemizdeki emme-basma tulumbadan 20 tenekeden fazla su çektiğimiz olurdu.

Konakta babaannem, babam, annem, ağabeyim, ben ve en azından bir de hizmetkâr yaşardık. Ben doğmadan 8-10 yıl önce, konağın her iki bölümünde de babamın ve iki amcamın aileleri ve çocukları, dedem ve babaannem ile iki hizmetçi ve bir de aşçı olmak üzere en az 14 kişi yaşarmış. Münib Paşa’nın hâl-i hayatında bu sayı, Paşa’nın seyisi ve arabacısı[6] ile ve sâir diğer hizmetkârlarla daha da fazlaymış.

Doğduğum 1935 yılından konağın yıkıldığı 1965 yılına kadar geçen zaman içinde bu konakta hizmet edenler sırasıyla: Emine hanım, onun suyolcu[7] kardeşinin eşi Râbia hanım, Şekûre hanım, Semîha hanım, Zehrâ hanım, Adâlet hanım ve Leman hanım olmuştur. Bir de her hafta, köşkün fî târihinde mutbağı olarak kullanılmış olan müstakil müştemilâtında, çamaşır yıkamak üzere gelen Fatma Hanım[8] vardı. Allāh hepsine ganî ganî rahmet eylesin! Hepsi de fukarâ-i sâbirînden, gönlü zengin, edeb ve vekar sâhibi kimselerdi. Her birini ailemizden bir teyzemiz ya da halamız gibi sevmiş, hep birlikte sevinmiş, hep birlikte üzülmüş, hep birlikte yemek yemiş, çocuklar olarak bayramlarda ellerini öpmüş ve hattâ bâzılarından bayram harçlığı dahi almıştık.

Her anne ve baba çocuklarını kendi kültür ve medeniyet anlayışına göre kalıba sokmak ister ki bu tabiî bir eğilimdir. Çocuğa küçüklüğünden beri verilen terbiye onu bazı temel ahlâk ve davranış kurallarından tâviz vermeden civârıyla uyumlu, bilgili ve edebli olmasına yöneliktir.

Şimdiki apartman hayâtı çocukların anne ve babalarıyla âdetâ iç içe yaşamalarını, her an onların gözleri önünde bulunmalarını zorunlu kıldığından bu, ister istemez, arzu edilmeyen bir lâubâliliğe, dolayısıyla da aile içi gerilimin artmasına yol açmaktadır. Oysa konak hayâtı, bu mahzurlara müsaade etmeyen bir mahfîliğe sâhipti. Çünkü, mekânın genişliğinden dolayı, konaklarda çocuklar her an ebeveynin gözü önünde olamazlardı. Bu da annelerin ve babaların, şimdilerde olduğu gibi, çocuklarının her hareketine ve her davranışına müdâhale etmelerine ve fuzûlî bir sinirlilik sergilemelerine imkân vermezdi. Çocuklar konakta birlikte yaşadıkları büyükbaba ve büyükanneleriyle kendi ebeveynleri arasındaki davranış benzerliklerini ve farklılıklarını idrâk ve mukāyese etmek sûretiyle de tabiî bir biçimde görgü sâhibi olurlardı. Ayrıca, konağın hizmetkârlarının dahi çocukların terbiyesine müsbet bir katkısı olurdu. Hizmetkârlar çocuklara yalnızca göz-kulak olmakla kalmaz, fakat masallar ve dinî hikâyeler anlatır, gerekirse dinî bilgiler verir, sözlerindeki ve davranışlarındaki aksaklıkları otoriter bir şekilde îkaz eder, hattâ gerekirse onları paylarlardı.

Hizmetçilerimiz, genellikle evli barklı kimselerdi. Konağa sabah namazından bir müddet sonra gelir, akşam ezânından sonra evlerine dönerlerdi. Konakta yalnızca bekâr olan Semîha Hanım ile dul olan Leman Hanım sürekli kalmışlardır. Yemekleri annem pişirirdi. Kışın, hizmetçilerin işi daha da yüklü olurdu. Konağın giriş katının üstündeki katta sürekli yanan “Mignon” marka Fransız yapısı kömür sobasına kömür ve babaannemin odasındaki mâvi çini sobaya da odun ikmâli ağır bir işti. Bu, iki basamakla inilen kömürlükden günde üç kere 29 basamak yukarıya, ve her seferinde de en az 20 kilo yakıt çıkarmak demekti. Buna ek olarak, sokak kapısının ve konağın bizim oturduğumuz bölümündeki bahçeye açılan iki kapısının önündeki karları küremek de vardı.

Çocukluğumda İstanbul’da kışlar şiddetli olurdu. Konaktan yaklaşık 700 metre kadar ilerideki Ayazma 21. İlkokulu’na her kış dizlerime kadar kara bata çıka gittiğimi hiç unutmadım. Bugün böyle bir manzarayla karşılaşmamamızın sebebi ise İstanbul’un nüfûsunun 500.000’den 14.000.000’a çıkmış olmasının sonucu olarak sayıları artmış olan motorlu araçların egzozlarından ve hânelerin bacalarından salgılanan karbon dioksitin şehir üzerinde oluşturduğu, “sera etkisi” yapan, İstanbul’un iklimini değiştiren tabakadır. Böylece kar tânecikleri bu sıcak tabakaya eriştiklerinde yağmura dönüşmekte ve şehir de artık dolu dolu karlı kışlara hasret kalmaktadır.

Münib Paşa konağında bana hiç bir zaman bir yasak konulmadıydı. Ben, konakta esen havadan nelerin yapılması, nelerin de yapılmaması gerektiğini anlardım. Çocukluk hâli, bâzen zeminsiz ve zamansız ısrarlı bir isteğim olsa babaannem ya da annem müşfik bir îkāzla bunun yersizliğine ve isâbetsizliğine beni hemen inandırıverirlerdi. Zâten geniş bir bahçe içinde, kendisi de olabildiğince vâsî olan bir konakta hür hareket etmek, kendi kendine istediği gibi oyun oynamak imkânı varken insan bunların dışında münâsebetsiz isteklerde de bulunamazdı ki! Bununla beraber bilhassa pederinin vefâtından sonra zuhur eden miras meselelerinin kendisini fevkalâde üzdüğü sıralarda, asabiyetinin yükselmesi sonucu, annemden epeyice dayak yemiştim. Elleri nûr olsun benden 9,5 yaş daha büyük olan ağabeyimin de beni, arada sırada disiplin açısından, okşadığı(!) olurdu. Ama babamdan ve babaannemden tek bir fiske bile yemedim. Çok nâdir olarak kazâen bir cam ya da başka bir şey dahi kırsam bu, “bir dahaki sefere çok dikkatli davranmam gerektiği” îkāz edilerek idrâk ettirilir; bundan dolayı konakta keyfin kaçmış olduğu hissettirilir; ama bana bir cezâ verilmezdi.

Çocuklar için ideal model: baba idi, anne idi, babaanne idi, hattâ hizmetkârlar idi ve kezâ konağın misâfirleriydi. Onları taklîd etmekle saygınlık kazanacağımızı bilirdik. Babam zâten hâfızdı. Evde her gün onun o lâtif, mûsıkîye bihakkın vâkıf, Üsküdar Kur’ân tilâvet ekolüne has tilâvetini bütün aile huşû içinde dinlerdik. Benim kendi başıma îcâd ettiğim oyunlarımdan biri de, babamın hâl ve tavrından ilhâm alarak, “hâfızcılık” oynamaktı. Konakta zâten namaz vakitlerine ve namaza riâyet edilirdi. İnsan göre göre, büyüklerini taklîd ede ede ne çok şey öğreniyor! Dinî bilgileri zamana ve zemine göre annemden, babaannemden ve hattâ hizmetçilerden öğrenirdim. Daha sonra babam “Mumun dibine ışık vermeyeceği” düstûrunun gereği olsa gerek, eski yazı öğrenmek ve Kur’ân’ı hatmetmek üzere beni 9 yaşımda iken mahallemizden, Allāh ganî ganî rahmet eylesin, Ulviye hanım teyzeye yollamıştı. İki sene zarfında bu mubârek kadından çok şey öğrenmiş ve Kur’ân’ı da ilk defa hatmetmiştim.

Mahalledeki diğer çocuklar Mızraklı İlmihâl’i ezberlerken ve bu ezberden de “İllâllāh!” derlerken bu, bana aslā icbâr edilmediydi. Konakta din konusunda ön plânda tutulan Peygamber ve Allāh (korkusu değil) sevgisi idi. Babamın arkadaşları ve özellikle de Attâr Dükkânı’ın sâhibi Sâim Efendi amca[9], bizi ziyârete geldiklerinde, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” misâli sözü Hz Peygamber’in ve O’nun hakikî ashâbının îmânlarına, sadâkatlerine, sehâvetlerine, sabırlarına, tahammüllerine, cesâretlerine, şecaatlerine, kahramanlıklarına getirir ve mâneviyâtımı kuvvetlendiren menkıbeler anlatırlardı. Bunlar daha o günlerden îtibâren hayâlimdeki insan idealini (İnsân-ı Kâmil’i) şekillendirdi. Bunun etkisinde diğer çocuklar kovboyculuk oynar iken ben kendi kendime, konağın üçüncü katında kimseye göstermeden, “Bedircilik” ve “Uhudculuk” oynardım.

Üsküdar’da konakların fukarâsı ve misâfirleri eksik olmazdı. Fukarâ diye hâli vakti iyi olmayan ama aslā dilenmeyen, konağa muhabbet için uğrayan, kendileri bir şey taleb etmeksizin kendilerine takdîm edileni kabûl eden fukarâ-i sâbirîni kastediyorum. Bunlar her konağın beti bereketi addedilirdi. II. Cihan Harbi sırasında ekmek karneye bağlı iken bile bunlar misâfirliğe geldiklerinde, Allāh ne verdiyse, yemeğe alıkonurlar ve kendilerine hâne halkının gündelik karneli ekmeğinden ikrâm edilirdi. Konağın kapısının dilenciler, fukarâ-i sâbirîn ve misâfirler tarafından çalınmadığı gün hemen hemen olmazdı. Nâdirattan olmak üzere konağın kapısı bir gün hiç çalınmamış olsa babaannem, genellikle ikindi namazını edâ ettikten sonra, anneme: “Allāh hayrlara tebdîl etsin, Pâkizânım[10] kızım! Bugün kapımıza uğrayan olmadı. Allāh taksîratımızı affetsin! Acabâ bilmeden bir kusur mu işledik ki?” diye hayretini ve endîşesini dile getirirdi. Bu tutum yalnızca bizim konağa mahsûs değildi. Osmanlı saray âdâbının Üsküdar’a bir lûtfu olan sehâvet ve rikkat bu beldedeki her konağa, her hâneye damgasını basmıştır.

Konağın en civcivli günleri bayram günleriydi. Bayramdan bir hafta önce konak baştan aşağıya temizlenir; Üsküdar’da şekerci Hasan Alptekin’den ve Bahçekapı’daki şekerci Hacıbekir ile şekerci Hacı Mustafa’dan alınan akide ve bâdem şekerleri, parlak kâğıtlara sarılı Elit ya da Mabel marka küçük çukulatalar, sakızlı ve güllü lokumlar, bâdem ezmeleri fakfon şekerliklere yerleştirilir; Bafra, Kulüp ve Gelincik sigaraları uçuk renkli pembe, mâvi, yeşil, sarı kül tablalarının yanına konur; eve kahve ikmâli yapılır; şerbetler ve rengârenk ince uzun şerbet bardakları ve tabakları emre alesta tutulurdu. Hâli vakti daha iyi olan konaklarda kahve fincanları da şerbet bardakları da mutlakā Erzurum işi gümüş zarfların içinde takdîm edilir, şerbet bardakları da genellikle Bohemya kristalinden olurdu.

Kurban Bayramı’ndan genellikle üç gün önce kurbanlık koyunlar konağa gelir ve konağın bahçesine salınırdı. Yiyecekleri otun, içecekleri suyun temiz olmasına ve bunların ikmâline hizmetçiler ve konağın çocukları nezâret ederdi. Kurbanlıklar geceleri konağın kömürlüğüne alınırdı. Bayramdan önce kurban levâzımâtı biletilir, kurbanın kesim yerine gitmeden önce kömürlükte gözlerinin bağlanması için tertemiz yemeniler ya da tülbentler hazırlanırdı.

Konakta yatıya gelen misâfirlerimiz de eksik olmazdı. Her yaz Kayseri’de Devlet Demiryolları baş eczâcısı küçük amcam Şevket bey, yengem ve iki oğlu Münib ve Hüseyin ağabeylerim hizmetçileriyle birlikte kalmaya gelirlerdi. Amcam ancak 4 hafta kalabildikten sonra Kayseri’ye vazîfesinin başına döner; yengem, kuzenlerim ve hizmetçileri 1-2 ay daha kalırlardı. Benden 10 yaş büyük olan kuzinim Meliha hanım da evlenmeden önce birkaç sene yanımızda kalmış, evlenince de kocası ile 3-4 sene kadar konağın selâmlığında kirâcı olmuş ve bu arada oğlunu da, ağabeylerimi ve beni doğurtan, ebe Sâdiye hanım konakta doğurtmuştu. Arada sırada babaannemin akrabâlarından Sâbire hanım da birkaç haftalığına bize kalmaya gelirdi. Harb esnâsında, gâlibâ 1941 ya da 1942 kışında, babamın kuzini ve kendisine bu sebebden ötürü hala dediğim bir başka Sâbire hanımın babası Şûrâ-i Devlet âzâsı Nâil beyden kalma Söğütlüçeşme’deki büyük konak yangın tehlikesi atlattığında annesi Nihâlnâz Sultan[11] ile büyük kızı Rûhan abla da bizde birkaç ay konaklamak mecbûriyetinde kalmışlardı. Bu konaklamalarda anneme ve hizmetkârımıza, ister istemez, çok yük binerdi. Ev sâhipliği âdâbı dolayısıyla misâfirlerin her işi görülür, hizmette ve huzurlarını sağlamakta kusur etmemeye çalışılırdı. Her zaman gırtlağına kadar borçlu olan babamın borçları ise bu dönemlerde boyunu aşardı. Gene de kimse hâlinden şikâyet etmezdi.

Ramazanlarda konak hayatı bir başka olurdu. İftara gelenler, iftardan sonra yapılan sohbetler, anlatılan masallar ve menkıbeler, topluca terâvih namazı kılmalar, misâfirlerin uğurlanması, sahura neş’eyle kalkış, sahur sonrası sabah namazı ve bunu tâkîben babamın sabâ ya da segâh makāmından Kur’ân tilâveti herkese bir başka şevk verirdi.

Konaklar konum ve aidiyetlerine göre başka iki isimle de anılırlardı. Haşmetli birer konak olmalarına rağmen Saray’a mensûb kimselerin konaklarına nedense “köşk” denirdi. Sahildeki konaklara ise “yalı” denirdi. Üsküdar’ın, bizimkilerden başka, hâfızamda iz bırakmış konaklarından birkaçı ise şunlardır: Rûmî Mehmet Paşa Camii’ne bakan “Mahmûd Şevket Paşa Konağı”[12], Tebhirhâne Sokağı’nda el’an mevcûd olan ve herhangi bir restorasyon geçirmemiş olmasına rağmen zamana hâlâ vekarla direnen güzel bir konak, Azîz Mahmûd Hüdâyî Sokağı’nda “Çamlı (ya da Camlı) Konak”[13], Şemsipaşa’nın ilerisinde eskiden yemeniciler’in yemenilerinin boyalarını deniz suyu ile sâbitleştirip kuruttukları sâhile bakan “Bahriye Nâzırı Hacı Vesim Paşa Yalısı”[14] ve onun üst tarafında öğdül Sokağı’nın İmrahor semtine döndüğü köşede Câfer Tayyâr Paşa Yalısı”, Ayazma eski karakolunun karşısında babamın samimî arkadaşı Gāziantepli yağ tüccarı Fehim Patpat’ın 4 katlı konağı[15], Ayazma’da “Âsım Paşa Konağı”[16], Salacak’da Fatih Sultan Mehmet Camii’nin sâhil tarafına isâbet eden iki konak[17], Salacak’da “çürüksulu Ahmet Paşa Yalısı”, İhsâniye’deki “Köprülü Konak”[18], Doğancılar’da İtfâiye’nin karşısındaki “Şekerci Hasan Efendi Konağı”, Doğancılar Parkı’nın arkasında uzun yıllar Üsküdar Belediyesi’ni barındırmış olan “İbrâhim Paşa Konağı”, Nakkaştepe’de “Halîfe Abdülmecid Efendi Köşkü”, Sultantepe’de “Edib Bey[19] Konağı”, Sultantepe’de “Selimzâdeler Konağı”, Arapzâde Korusu’nda “Nûri Demirağ Konağı”, Kuzguncuk’da “Fethi Ahmet Paşa Yalısı”[20], Kuzguncuk’da “Cemil Molla Köşkü”[21], Beylerbeyi’de “Hasib Paşa Yalısı”[22], Beylerbeyi’de “Kalkavan Yalısı”, Çengelköyü’nda “Sâdullāh Paşa Yalısı”[23], Çengelköyü vapur iskelesi yanında “Bostancıbaşı Yalısı”, Çengelköyü tepesinde “Sultan Vahdettin Köşkü”, Altûnizâde’de “Mazlum Ağa Konağı”[24], Koşuyolu’nda “Âdile Sultan Köşkü”[25], Büyük Çamlıca’da “Şehzâde Yusuf İzzeddin Efendi Köşkü”, Küçük Çamlıca’da “Ord.Prof.Dr. Mazhar Osman Konağı” ve Acıbâdem’de “Ahmet Râtıp Paşa Konağı”[26]dır.

Bugün Üsküdar’da bir gezintiye çıkarsanız bâzen Menzilhâne Yokuşu’nda (hâlen Gündoğumu Caddesi’nde), bâzen Murat Reis Mahallesi’nde, bâzen Toygar’da, bâzen İhsâniye’nin ara sokaklarında, bâzen İnâdiye’de, bâzen İcâdiye’de, bâzen Altûnîzâde’de nâdiren iyi bakımlı, çoğu kere ise kaderine terkedilmiş ama geçmişte ne denli muhteşem yaşantılara sahne olmuş, Üsküdar Medeniyeti’ne yıllarca beşiklik etmiş, şimdilerde ise harîs bir müteahhidin “II. dereceden eski eser statüsü”ne sokturarak, yapay ve aldatıcı dış görünüşlü bir apartmana çevirmek için yanıp tutuştuğu nice boynu bükük konakları keşfetmeniz ve kaybettiğimiz bir medeniyetin harâbelerini büyük bir iç burukluğuyla, esefle seyretmeniz hâlâ mümkündür.

Ahmed Yüksel ÖZEMRE

Kaynak: www.ozemre.com



[1] Vefâtı: 1831. Üsküdar’da Azîz Mahmûd Hüdâyî hazîresinde medfûndur.

[2] Doğumu: 29 Kasım 1925.

[3] Ben doğmadan 5 yıl önce, 2,5 yaşında iken 1930’da vefât etmiş.

[4] Doğumu: 2 Ağustos 1958.

[5] Doğumu: 5 Aralık 1947.

[6] Münib Paşa Konağı’nın selâmlık kısmında iki atlık bir ahır ve Paşa’nın arabasını muhâfaza edecek kadar geniş bir taşlık vardı. Selâmlığın kapısı arabanın rahatlıkla girip çıkmasına müsaade eden genişlik ve yükseklikteydi. Babaannem, babasının evde pek mütevâzî fakat arabasında pek haşmetli ve vakur olduğunu anlatırdı. Paşa’nın arabasıyla konağa girip çıkması bütün mahalleli için seyri aslā kaçırılmayan bir temâşâ imiş!

[7] Atlı olarak, bentlerden şehre su sevkeden su yollarının durumunu günbegün inceleyip Sular İdâresi’ne rapor eden memur.

[8] Hepsi de abdestinde namazında müminler olan Fatma Hanım, kocası Hasan Efendi ve oğulları Hüseyin ağabey bizim konakdan 100 metre kadar ileride, Doğancılar Caddesi’nin şimdiki 3 ve 5 numaralı binâlarının bulunduğu yerde etrafı tahtaperde ile çevrili bir bahçedeki kulübelerinde otururlardı. Hasan efendi evlere su taşırdı. Oğulları Hüseyin ağabeyi çok iyi okuttulardı. Tam bir Üsküdar beyefendisi olarak yetişen Hüseyin ağabey, hatırımda kaldığı kadarıyla, Yapı ve Kredi Bankası Mühürdar şûbesi müdürü iken emekli olmuştu.

[9] Bk. Ahmed Yüksel özemre, Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı, 4. baskı, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2003.

[10] Üsküdar lehçesinde: “Pâkize hanım”.

[11] Sultan Reşad’ın haremlerinden Nihâlnâz Sultan’ın babamın amcalarından Nâil Bey ile hangi şartlar altında ikinci evliliğini yapmış olduğunun hikâyesini Geçmiş Zaman Olur Ki… (Kubbealtı Neşriyâtı) ve Üsküdar, Ah Üsküdar! (Kaknüs Yayınları) başlıklı kitaplarımda nakletmiştim.

[12] Son yıllarda restorasyon bahânesiyle eskisiyle pek ilgisi olmayan konak görünümlü apartmana dönüştürüldü.

[13] Son yıllarda restorasyon bahânesiyle eskisiyle pek ilgisi olmayan konak görünümlü apartmana dönüştürüldü.

[14] Yandı kül oldu gitti. 1820 yılında inşâ edilmiştir.

[15] Yerinde şimdi bir beton yığını var.

[16] Âsım Paşa: Sultan II. Abdülhamid’in kulak-boğaz-burun hekimi.

[17] Son yıllarda restorasyon bahânesiyle eskisiyle pek ilgisi olmayan konak görünümlü apartmana dönüştürüldü.

[18] Ya da “Mâbeyinci Hâfız Mehmet Bey Konağı”. 1860 sularında inşâ edilmiştir. Restorasyonu esnâsında “köprüsüz” oluverdi.

[19] Edib Bey, romancı Hâlide Edip Adıvar’ın babasıdır.

[20] Sonraları “Kör Şevket’in Yalısı” diye anılmıştır. XVIII. yüzyılda inşâ edilmiştir.

[21] 1885 yılında inşâ edilmiştir.

[22] Yandı gitti, kül oldu.

[23] XVIII. yüzyılda inşâ edilmiştir.

[24] Şimdi Kültür Bakanlığı’nın mülkü.

[25] Şimdi “Öğretmenler Evi”.

[26] Sonradan “Çamlıca Kız Lisesi” olmuştur.

29 Ağustos 2011 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
EdebiyatTarih

Şah & Sultan Romanı Üzerine

by Ahmet Simsirgil 23 Kasım 2010

Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefa var

Aldanma ki şair sözü elbette yalandır

Son yılların popüler edebiyat ve romancısı Prof. Dr. İskender Pala Bey’in tarihi bir romanı daha okurları ile buluştu. Romanın ana kahramanlarının Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail ve Taçlı Hatun oluşu ise muhakkak ki esere olan ilgi ve alakayı kat be kat artırdı.

İskender Bey’in televizyonlarda çıkmadığı TV kanalı herhalde kalmadı.

Bunlardan bir tanesini ben de dinlememiş olsaydım belki romanı okumayacak ve belki bu yazıyı da kaleme almayacaktım.

Ancak orada bir değerlendirme yaparken üç cümlede dört büyük hataya düşmesi ilgimi çekti. Bu defa roman hakkında bir değerlendirme yapmama da yol açtı.

Zira İskender Bey bunun sadece bir roman kurgusu olduğunu belirtmiyor, tarihi hadiselerin doğruluğu üzerinde de ısrarla duruyordu. Hatta daha da ileri giderek tarihi hadiselerin mutlaka belgelere dayandırılması gerektiğini sık sık vurguluyordu.

Nitekim bir tenkide uğramamak için eserinin önsözünde:

“Yazdıklarımı okuyup tarihi açıdan eleştirilerini esirgemeyen değerli dostlarım Prof. Dr. Abdülkadir Özcan ve Doç. Dr. Erhan Afyoncu’ya,” diyerek teşekkürlerini beyan etmesi muhakkak ki kendisinde eserin tarihi olaylara tam bağlı olmasını istediğini gösterirken okuyucuda da bu duyguyu daha da pekiştirmektedir.

İskender Bey’in yukarıdaki bilim adamlarının görüş ve düşüncelerine ne ölçüde kıymet verdiği ve onların yönlendirmesi ile tarihi hadiseleri düzelttiği konusunda doğrusu büyük tereddütlerim oluştu. Zira eserin içerisinde, şayet titiz bir çalışmadan geçirdiler ise, tanıdığım ve değer verdiğim kıymetli bilim adamlarımızın altına imza atamayacakları birçok tarihi bilgi ve kurgu var.

Ancak okuyucu, eserin tarih danışmanı olarak bu kıymetli bilim adamlarının isimlerini gördüğünde, romandaki çarpıtılmış hakikatleri doğru diyerek kabullenecek ve belki de en küçük bir tereddüde mahal kalmadan okuyacaktır.

Bu itibarla eser hakkında küçük bir mütalaa yazmayı ve kıymetli okuyucularımla paylaşmayı uygun buldum.

Fuzuli’nin yukarıdaki beytinde şair sözü yalansız olmaz özdeyişine paralel olarak demek ki isminin başına Prof. unvanı eklenmesi de anlaşılan vaziyeti değiştirmiyor. Prof. Dr. İskender Pala Bey’in tarihi bir romanda tarihin en meşhur şahsiyetleri hakkında bu kadar hata yapması ve romanını bu kadar yanlış bir kurgu üzerine bina etmesi doğrusu anlaşılır bir hadise değildir.

Dilerseniz öncelikle yazarın Haber Türk TV’de 15 Ekim 2010 tarihli Öteki Gündem programında, romanından da esinlenerek söylediği sözlerden başlayalım. İhtimaldir ki okuyucularımızdan büyük bir kısmı da bu söyleşiyi izlemişlerdir.

İskender Pala Bey, Şah İsmail’in Yavuz Sultan Selim’in eline geçen Taçlı Hatun’a ne yapacağını düşünürken hatırına Timur Han’ın Yıldırım Bayezid’in hanımına yaptıklarını getirtmektedir.

İşte bu itibarla o söyleşide bu hadiseyi el alırken şöyle nakletti.

Yıldırım Bayezid Han’ın hanımı Türktü. Ankara savaşı sonrasında Timur Han’ın eline geçince Timur, kendisini çırılçıplak soydurdu ve askerlerine sakilik yaptırdı. Bu utanç dolayısı ile Osmanlı padişahları bir daha Türk kadınlarla evlenmediler. TV’de bunları anlattı.

Romanı okurken bunları neden anlattığının ifadelerini de bulmuş buldum. Şöyle ki:

“(Şah İsmail) Emir Timur ile Sultan Bayezit arasında geçenleri, Timur’un Yıldırım Hanın eşine yaptıklarını çok iyi biliyor ve Sultan Selim’in –o kanlı Selim diyor- Taçlı’ya böyle bir şeyi reva göreceğinden korkuyor. Acaba Selim de Emir Timur gibi davranır, Taçlı’yı soyundurup ordusunun önünde sakilik yaptırarak şerefini paymal eder miydi”? (Şah&Sultan, sh. 225).

Tarihi bir roman yazılırken insan kendi dönemine göre ve düşüncesine göre mi yazar yoksa tarihini yazdığı şahsiyetin düşüncesini mi ele alır. Ben roman ve hikâye yazarı olmadığım için bilemiyorum. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki kahramanını net bir biçimde tarihin mümtaz simalarından seçmiş olduğu halde o tarihi şahsiyeti maddi ve manevi yönleri ile tanımıyorsa veya onun şahsiyetine uygun olarak yazmıyorsa yazdığı kişi o olmaktan uzak olacaktır.

Yazarın burada öncelikle Timur Han’ın şahsiyetini çok iyi tanıması gerekir. Sanırım bu mevzuda “Timur ve Tüzükatı” adlı eseri dikkatle okuması gerekirdi. Üzerinde pek çok araştırmalar yapılan son olarak BKY yayınları arasında “Devlet Yönetmek” adı ile de yayımlanan bu eserden Timur Han’ın hayat ve devlet düsturlarını gösteren on iki maddeyi okusa acaba yazar onun askerlerine, bu kadar rahat içki içirip ortalıkta kadın kız oynattırabilir miydi?

Ben burada sadece birinci düsturunu söylemekle yetinmek istiyorum.

“Allah’ın dinini ve Hazret-i Muhammed’in hükümlerini dünyaya yaymayı esas edindim. Her zaman her yerde İslamiyet’i tuttum”.

Timur Han “ Biz ki Müluk-ı Turan Emir-i Türkistan’ız. Biz ki Türk oğlu Türküz. Biz ki milletlerin en kadimi ve en ulusu Türk’ün başbuğuyuz” diyerek kişiliğini Türk kültürüne töresine sahip çıktığını da açıkça ortaya koyan bir liderdir. Bu büyük cihangirin, mağlup ve gaza ehli yiğit bir Türk hakanına böyle bir hakareti uygun göreceğine acaba kim inanır. Böyle bir davranışı değil Türk’ün Türk’e, Türk’ün gayri Müslim hükümdarlara dahi uyguladığına dahi bir emsal gösterilebilir mi?

Sultan Alparslan’ın Bizans imparatoruna, Yıldırım Bayezid’in Macar şövalyelerine, Yavuz Sultan Selim’in Memluk hükümdarına karşı davranışlarını bilmek yetişir sanıyorum.

Belki böyle bir muameleyi, en nefret ettiği bir hükümdar olan Şah İsmail’in eşini esir etmiş bulunan Selim Han’dan bekleyebilirsiniz. Ancak onun da hiçbir şekilde Taçlı Hatun’u rencide etmediği ve ulemadan çok sevdiği Tacizade Cafer Çelebi ile evlendirdiği bilinmektedir.

Diğer taraftan İskender Pala Bey’in hiç olmazsa bu durumu en iyi bilecek ve belki bu konuyu Yıldırım Bayezid’in aleyhine mutlaka kullanacak olan Timurlu tarihçilerden Şerefeddin Yezdi ile Nizamüddin Şami’nin eserlerini görmüş olmasını dilerdim. Ne yazık ki onlara da bakmak ihtiyacını hissetmediği anlaşılmaktadır.

Oysa bütün bu kaynaklar Yıldırım Bayezid Han ile Timur Han arasında ilk günden vefatına kadar devam eden görüşmelerin hep hükümdarca cereyan ettiğini ve birbirlerine karşı saygılı ve ölçülü olduklarını açıkça beyan eder. Nitekim Osmanlı tarih yazarlarından Hoca Sadeddin Efendi Yıldırım Bayezid Han’la ilgili bazı iddialara cevap verirken Timurlu tarihçi Şerefeddin Ali Yezdi hakkında şu çarpıcı mütalaada bulunur.

“Şerefeddin Ali Yezdi kitabında bu konuları açıklarken bir tarafı küçültmede Timur’u yükseltmede aşırı ve ileri gider. Hemen hemen bütün yazdıklarını bağnazca dile getirir. Ancak iki padişahın konuşmalarını, görüşmelerini anlattığı zaman saygı ve yüceltme gösterilerinden başka bir görünüş, padişahlığın şanına dokunacak bir tutum ya da davranıştan söz etmez. Bazı Türkçe tarihlerde masalcı babalar padişahın hapse atıldığından, kafese kapatıldığından söz ederler ki, bunlar düzme haberlerdir. Şayet o günlerde buna benzer bir tutum görülmüş olsaydı, Mevlana Şerefeddin bin dereden su getirerek laf kapısını açmak zorunda kalacaktı”.

Gelelim yazarın Haber Türk TV’deki yaptığı diğer hatalara:

“Yıldırım Bayezid Türk olan eşini savaş meydanına getirdi ve o Timur tarafından esir edildi” dedi.

Bir defa esir edilen hanım Türk değildi. Sırp kralı Stefan Lazareviç’in kızkardeşi ( I. Lazar’ın kızı) Despina idi (Kaynaklarda adı Marya ve Olivera diye de geçmektedir).

İkincisi Osmanlılar eşlerini savaş meydanlarına götürmezlerdi. Nitekim Despina da Yıldırım Bayezid’den olan iki kızı ile saklanmış oldukları Yenişehir’de yakalanarak Timur Han’ın katına gönderildiler. Timur Han bunları derhal Yıldırım Bayezid Han’ın yanına gönderdi. Zafername’nin kaydına göre Timur Han bu kızlardan birini torunu Ebubekir Mirza ile evlendirmiştir.

Yıldırım Bayezid’in eşi Despina hanım Müslüman olmamıştı. Şerefeddin Yezdi onun Timur’un sarayında iken İslamiyet’i kabul ettiğini yazar (Uzunçarşılı s. 316).

Bütün bu bilgilerden, Timur Han’ın Bayezid Han’a ve eşine davranışı ile ilgili olarak çıkarılabilecek onlarca kurgudan siz en kötüsünü ve hiç olmazını alıyorsunuz.

Yazar bu elim hadiseden sonra Osmanlı padişahlarının bir daha Türk kızları ile evlenmediklerini de ifade etti.

Gömleğin birinci düğmesi yanlış iliklenirse hepsinin yanlış gideceği açıktır. İşte buna çok açık bir gösterge. Yukarıdaki ifade yazarın tarih bilgisinin de ne kadar zayıf olduğunu gözler önüne sermekteydi. Zira yazarın II. Murad Han’ın Candaroğlu II. İbrahim Bey’in kızı Hatice Hatun ve Amasyalı Şadgeldi Paşanın torunu Yeni Hatun ile Fatih Sultan Mehmed’in Dulkadıroğlu Süleyman beyin kızı Sitti Hatun ile ve II. Bayezid’in de yine Dulkadıroğullarından Alaüdevle beyin kızı (ki Yavuz Sultan Selim Han’ın annesidir) Ayşe Gülbahar Hatun ile evliliklerinden haberdar olmaması anlaşılır bir durum değildir.

Gelelim eserdeki diğer tarihi hatalara:

“Sultan Selim sağ elini bir kartal pençesi gibi açıp Sultan Bayezit’in göğsünü şiddetle ittirmesi ve o yaşlı babanın oturduğu minderde yıkılacak gibi sendelemesi gözümün önünden hiç gitmiyor. … ihtiyar Sultan Bayezit, otuz yıldır hükmettiği devletin elinden gittiğine üzülen bir hükümdar olarak değil de oğlundan böyle bir muamele görme bahtsızlığını yaşayan bir baba olarak çok ama çok içerlemiş olmalıydı. Yalnızca “Oğul beni zebun ettin, inşallah şirpençeler elinde can veresin” diye mırıldanmış, sonra da boynunu bükmüştü” (Şah&Sultan sh. 143).

Hiçbir kaynakta bulunmadığı halde yine hikâyecilerin uydurması ile II. Bayezid Han’ın oğlu Selim Han’a beddua ettiğini işitir dururduk.

Şimdi ise İskender Pala Bey;

Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı

Dizelerini hatırlatırcasına Selim’e yaşlı babasına bir de sille attırıyor. Artık bir de bu yanlışı düzeltmekle uğraşacağız.

Bir defa Şehzade Selim çok istemesine ve nice kere mektuplar göndermesine rağmen babası ile buluşmaya muvaffak olamamıştı. Devlet adamlarının onu babası ile görüştürmedikleri gibi ayrıca fitne ile çatışmaya da yol açtıkları bilinmektedir. Nitekim Selim Han daha sonra bu durumu:

“Biz muhterem babamızla buluşup, elini öpüp hayır duasını alacak sonra da memleketin ahvalini kendisine arz edecektik. Bizi istemeyen devlet erkânı aramıza duvar gibi girdiler. Oradan uzaklaşmamıza neden oldular” diyecektir.

Olayların devamında saltanatı kendisinden teslim alırken karşı karşıya geleceklerdir. Buradaki hadiseler ise kaynaklarda çok açık ve geniş bir şekilde anlatılmakta olup Selim Han’ın babasına karşı edebinden ve hürmetinden başka bir şey gösterilemez.

II. Bayezid Han da saltanatı oğlu Selim’e teslim ederken ona devlet idaresi ile ilgili nasihatler etmiş ve sonunda “Oğul saltanatın mübarek olsun” diyerek iktidardan çekilmiştir (Bak. Solakzade Tarihi, c. I, sh. 467-468; Tacü’t-Tevarih, c. IV, sh. 94-97).

Nihayet Osmanlı padişahları içerisinde “Veli” unvanı ile yâd edilen bir padişahın devletin temel direği mesabesinde bulunan ve saltanata geçen bir şehzadesine beddua etmesi ne derece doğru olacaktır. Burada evlada beddua etmek devlete, dine beddua etmekle aynı manayı taşımaz mı?

İşte romanın gücü bu noktada ortaya çıkıyor. Eski roman ve hikâyelerdeki yanlışlar İskender Pala beye o kadar işlemiş ki Profesör olmasına rağmen değişmemiş ve kendi romanını yazarken onu yeni yanlışlara da sürüklemiştir.

Yine eserde “Osmanlı yurdunda halkın neye inandığı yöneticilerin hiçbir vakit umurunda olmamıştı… İlla hâkimiyet alanlarına giren olursa tepelemişlerdi” demektedir (Şah&Sultan, sh. 112).

Evet, Osmanlı Devletinde devlete isyan etmenin, padişahın saltanatına göz dikmenin cezasını ve akıbetini herkes bilmektedir. Kardeş katlinin sebebi malumdur.

Ancak “sui misal misal olmaz” iktizasınca buradan hareketle “halkın neye inandığı Osmanlı idarecilerinin umurunda olmazdı” demek Osmanlı Devletini ve onun idarecilerini hiç tanımamak demektir.

Padişahların, halkın neye inandığını istemelerini anlamak için devletin eğitim kurumlarını bu kurumların müfredatını, devletin desteklediği tekke, zaviye ve dergâhların konumunu padişahların bizzat bu dergâhlarla ilişkilerini ve halifelerin birinci vazifesinin dini sıyanet/ korumak olduğunu bilmek eminim ki o iddianın en açık cevabıdır.

Yazar, Yavuz Sultan Selim’in Anadolulu Kızılbaşlara vurduğu darbe konularını işlerken de önce:

“Şah İsmail’e yakın duran ne kadar Kızılbaş var ise yoklama defterlerine yazdırttı” diyor. Sonra Kızılbaşlar için fetva verenleri:

“Devlet yöneticilerinin baskıları ile mi? İştah kabartan tekliflerine tamah ederek mi”, diyerek ayrı bir şüphe getiriyor. Ardından da “Görevlendirilen kimseler iştahla Kızılbaş avına çıktılar.” Diyerek noktalıyor. (Şah&Sultan, sh. 148-150).

Aslında bu konu Faruk Sümer, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Şehabeddin Tekindağ ve günümüz ciddi tarih araştırmacılarının da ortaya koyduğu gibi bugün tam manasıyla aydınlatılmış hususlardan biridir.

Birincisi Selim Han’ın bir defa Kızılbaşları defter ettirmesi son birkaç senedir Anadolu’yu kan ve ateşe boğan Kızılbaşları tespit ettirmekti. Şayet öyle olmasa defter ettirmesine ne gerek vardı. Zira Kızılbaş köyleri tamamen ayrılmış olduğu için genel bir katliam yapacak olsaydı, hiç defter ve tespit ettirmeden emir vermesi gerekmez miydi?

Diğer taraftan Şah İsmail’in sebep olduğu bu karışıklıklar sırasında bir Osmanlı sadrazamının (Hadım Ali Paşa) öldürülmesi, ölü sayısının elli binlere ulaşması, Şehzade Korkud’un bir saldırı sırasında canını güçlükle kurtarması isyanın boyutlarını ve Anadolu’nun düştüğü elim vaziyeti açık bir biçimde göstermektedir ki Selim’in bu tedbirleri almasında bütün ilim adamları müttefiktir. Bugün bir dış devlet diğer bir devleti bölmek ve parçalamak için bu tip tertiplere girişmiş olsa devletlerin alacakları tedbirler neler olurdu?

Oysa İskender Bey’in mütalaalarını doğru kabul edersek âlimleri rüşvetle iş gören kimseler olarak algılayacağız. Şah İsmail’e yakın olanlar denilince bütün aleviler işin içine girecek ve Kızılbaş avı denince de sorgusuz sualsiz bir katliam ortaya çıkacaktır. Böylece hiçbir tarihi delile istinat etmeyen yaklaşım, bir romanda daha tekrar edilmiş olmaktan ve yanlış bir yarayı daha fazla eşelemekten öteye gitmeyecektir.

Son olarak değineceğim önemli bir tarihi hata da elçiler teatisindeki ifadelerdir. Yazar elçilerin gidiş gelişlerindeki mektuplardaki ifadelerin ve gönderilen hediyelerin, sonunda iki hükümdarı da çileden çıkardığından bahisle:

“Ve ikisi de bunları getiren elçileri daha acımasızca öldürttüler. Diri diri derisini yüzdürterek, canlı canlı kazanda kaynatarak, yarı baygın kazığa oturtarak veya gözleri açık kayalardan atıp parçalattırarak… Şahın Sultan’dan farkı, öldürttüğü elçilerin kafatasından şarap içmeyi adet edinmesiydi, işte o kadar” (Şah&Sultan, sh. 180).

Açıkçası bu noktada İskender Bey’in ne yapmak istediğini, okuyucusunu nereye vardırmak ve ne düşündürmek maksadında olduğunu anlayamadım. Her iki hükümdarı da zirvenin doruğunda birer zalim olarak mı sunmak istemektedir. Zira bire on katarak anlatma sanatı bu olsa gerek diye düşünüyorum.

Bir defa Selim Han sadece Şah’tan gelen ilk mektuptaki ifadelere ve elçinin tavır ve davranışlarına sinirlenerek Şah Kulu Akay Bevey’i öldürttü. İşkence ettirdiğine dair hiç bir emare olmadığı gibi sonra gelen elçileri de öldürttüğüne veya böyle bir muameleye tabi tuttuğu hakkında hiçbir bilgi yoktur.

Diğer taraftan Selim Han Safevi hükümdarına hiçbir zaman Sünni bir elçi göndermemiştir. Her defasında yanında esir bulunan Şii halifelerinden birini göndermiştir. Şahın ise kendisinden olanlara bu kadar zulümler yaptığını ve kafataslarından şarap içtiğini söylemek ne kadar akla ve vicdana sığar anlamadım. Hangi tarihi kaynaklarda buldu çözemedim.

Romanın kurgusuna gelince açıkçası onu da beğendiğim söylenemez. Tarihi hadiseler nasıl zıtlık arz ediyorsa kurguda da aynı uygulamalar dikkat çekiyor.

Selim Han’ın can yoldaşı konumundaki Can Hüseyin her meselede bir Sünni gibi değil de bir Şii gibi düşünüyor. En sonunda da Çaldıran savaşında Şah İsmail’in yanında bulunan kardeşi Hasan’ı bizzat kendisi öldürdükten sonra onun yerine geçip Şah’ın hizmetine giriyor. Şah ise bir anda, bu değişikliği hissetmeyecek kadar şaşkın (!) bir kişilik oluveriyor. Keşke Şahın yanındaki Hasan da Selim’in hizmetine girmiş olsaydı. Daha heyecanlı olurdu.

Romanın ana omurgası konumundaki Taçlı Hatun’u ise nasıl anlamak nasıl değerlendirmek gerektiğine karar veremiyorsunuz. Şaha mı âşık, Selim Han’a mı? Çocukluk aşkı Ömer’e mi, yoksa şahın yanına gelişinden ölümüne kadar hiç yanından ayrılmayan Kamber’e mi? Diğer taraftan bu dördünün de tek tutkuyla bağlandığı kişi Taçlı Hatun mu? Neticeyi ve nasıl bir kişilik olduğunu sizler değerlendireceksiniz.

Eh bu kısmı neticede kurgu diyebilirsiniz. Taçlı Hatun’un duygularını yazmıştır da diyebilirsiniz.

Yalnız Taçlı Hatun’un da tarihi bir kişilik olduğunu unutmayalım.

İşte bu safhada belki tüm romancılara bir kez daha şu sualin sorulması gerekiyor. Romancı tarihi şahsiyetleri yazarken o dönemin fikir ve düşünce iklimine girerek onların şahsiyetini, aldıkları eğitimi, inançlarını ve düşüncelerini dikkate alarak mı konuşturmalı yoksa kendi çağındaki insanın veya bizzat kendisinin fikirlerini mi onlara empoze etmelidir?

O zaman sizin kimi yazdığınız ve anlattığınız daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır.

Çetin Altan’ın 24 Şubat 2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nde Fatih Sultan Mehmed’le ilgili bir yazısına haklı olarak itiraz ederken; “ben fıkra muharriri olarak anılan kişilerin doğruları araştırarak yazmak gibi bir sorumlulukları olduğunu düşünüyorum. Gerçek bir muharrir, asla okuyucusu yanıltmak istemez çünkü (Radikal Kitap, 04. 03. 2005)”. diyen Prof. Dr. İskender Pala Bey’e de şu soruyu sormak benim hakkımdır.

Aynı duyarlılık romancılar için geçerli değil midir? Onların okuyucularına karşı gerçekleri yazmak gibi bir sorumlulukları yok mudur?

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil

Kaynak: www.ahmetsimsirgil.com

23 Kasım 2010 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
  • 1
  • 2

About Me

About Me

Writer & Reader

Neque porro quisquam est, qui dolorem ipsum quia dolor sit amet, consectetur, adipisci velit, sed.

Keep in touch

Facebook Twitter Instagram Pinterest Tumblr Youtube Bloglovin Snapchat

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

Recent Posts

  • Rachel Corrie

    16 Mart 2024
  • 2023 Kitap Fuarları

    25 Kasım 2022
  • 2022 Kitap Fuarları

    10 Ocak 2022
  • Covid-19 Pandemisi ve Sağlık Çalışanları Üzerindeki Etkileri: Sosyolojik Perspektif

    26 Mayıs 2021
  • 2021 Kitap Fuarları

    29 Ekim 2020

Categories

  • Edebiyat (6)
  • Ekonomi (6)
  • Featured (6)
  • Genel (23)
  • İş Dünyası (9)
  • İslâmi Bakış (11)
  • Kitabiyat (42)
  • Kitap Fuarı (6)
  • Kitap Fuarı Detay (7)
  • Life (2)
  • Moments (7)
  • Nature (5)
  • Sanat (1)
  • Stories (6)
  • Tarih (4)
  • Travel (5)

About me

banner
Soledad is the best selling Blog & Magazine WordPress Theme of this year on Themeforest.

Popular Posts

  • 1

    Writing New Life Chapter

    07 Haziran 2017
  • 2

    My Baby Cactus

    07 Haziran 2017
  • 3

    Green Corner in My Home

    07 Haziran 2017

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram
  • Pinterest
  • Tumblr
  • Youtube
  • Bloglovin
  • Snapchat

@2019 - All Right Reserved. Designed and Developed by PenciDesign


Back To Top
Mağaradakiler
  • Travel