Mağaradakiler
  • Travel
Author

Magaradakiler

Magaradakiler

Kitabiyat

Muhteşem Şair Muhibbi – İskender Pala

by Magaradakiler 01 Eylül 2011

Şair mi daha kudretli, padişah mı?

Muhibbî mi daha muhteşem, Süleyman mı?

Süleyman ne vakit Kanuni oluyordu, ne vakit Muhibbî?

Yaşadığı asrın ve Osmanlı Devleti’nin son büyük padişahı olan Kanunî Sultan Süleyman; “Muhibbî” mahlâsıyla kaleme aldığı şiirleri ve bu şiirlerde gösterdiği şairlik kudreti bakımından da “muhteşem” bir şahsiyet olarak karşımıza çıkıyor. Kırk altı yıl süren saltanatı döneminin on yıldan fazlasını İstanbul’dan uzakta at sırtında seferlerle, zaferlerle, geçirmiş ve yine bir sefer esnasında vefat etmiştir. Bitmez tükenmez devlet işleriyle uğraşıp didinen “Muhteşem Süleyman”ın şiire de zaman ayırabilmesi, sayısız şiirler kaleme alması, divanlar düzenlemesi, dilden dile asırlarca dolaşacak mısralar yazabilmesi, onun bu alanda da “muhteşem” oluşunu ortaya koyuyor.

Adı: Muhteşem Şair Muhibbî

Yazarı: İskender Pala

Yayınevi: Kapı Yayınları-2011

Sayfa Sayısı: 227

01 Eylül 2011 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Edebiyat

Üsküdar’da Konak Hayatı

by Magaradakiler 29 Ağustos 2011

Çocukluğumun ve hattâ gençliğimin bir bölümünün Üsküdar’ı, bir ahşap konaklar beldesiydi. Eskihamam, Açık Türbe, Doğancılar, Ayazma, Salacak, İhsâniye, Sultantepesi, Toygar, Altûnîzâde, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy semtlerini en az iki ve en çok dört katlı, çoğu kere haremlik ve selâmlık bölümleri de olan konakların yoğunlaştığı yerler olarak hatırlıyorum. Hepsinin de, mutlakā, enva-i türlü meyve ağaçları ve çiçeklerle bezenmiş geniş birer bahçesi olurdu. 1950’li yıllarda bu konakların yaşlarının, yaklaşık, 60 ilâ 200 yıl arasında değiştiği söylenirdi.

Rahmetli babamın hayatı, ailesine ait iki büyük konak ve bir de konak yavrusunda geçmiş. Ben bunların üçüne de yetiştim ama yalnızca doğduğum Münib Paşa Konağı’nda yaşadım. Eskiden, İhsâniye semtinde Kasap Veli Sokağı’nda bugünkü 10 numaralı arsada yükselen, babamın çocukluğunda zarûretten dolayı 100 altına satılmış olan dört katlı, atalarımdan “Çuhadarbaşı Mehmed Emîn Ağa[1] Konağı”nı da; babamın doğduğu, Hâkimiyet-i Millîye Caddesi üzerinde bugün Lâhmâcuncu Hacıoğlu’ya bitişik olan 122 numaralı içerlek hanın yerinde olan ve daha sonra gene zarûretten dolayı 40 altına satılmış olan konak yavrusunu da ziyâret etmek imkânım olmadı. 1965’e kadar içinde oturduğumuz ve ağabeylerim Mahmûd Mazhar’ın[2] ve Muvaffak’ın[3], yeğenim Abdullah Ahmet Refik’in[4] ve rahmetli büyük kuzinim Meliha hanımın oğlu Prof.Dr. Mehmet Semih Dedeoğlu’nun[5] doğduğu, Doğancılar Caddesi’ndeki 26-28 numaralı üç katlı konağı ise babaannemin babası Münib Paşa XX. yüzyılın başında 150 altına satın almış.

Tavanları 3-4 metre yüksekliğindeki Münib Paşa konağında 15 oda ve 3 büyük sofa, 1 ahır, 2 bahçe, 1 sarnıç, 3 kuyu, 1 dönme dolap ve müstakil 1 mutbak müştemilâtı vardı. Fakat benim çocukluğumda konağın selâmlığı kirâya verildiğinden biz ancak 10 oda, 1 sofa, 4 gusülhâne, 5 muazzam gömme dolap, 2 mutbak, 2 taşlık, 1 kömürlük, 1 sarnıç, 2 kuyu, 3 helâ, 1 tahtaboş ve çok geniş 1 bahçeden oluşan haremlik kısmını işgāl ediyorduk. Yalnızca bu kısım dahi, bahçesi hâriç, 500 ­m2 den büyük bir mekân demekti. Annem alt kattaki mutbakdan seslendiğinde eğer ben en üst katta isem sesini duyamazdım.

Konağımızın bahçesinde beyaz ve siyah incir, beyaz ve siyah dut, ayva, erik, armut, nar, kızılcık ve zerdâli ağaçları ile asma vardı. Birkaç çeşit gül, yabangülü, pembe ve mâvi ortancalar, birkaç çeşit karanfil, papatya, filbahri, hanımeli, akşam sefâları, şebboy, sardunya, aslanağzı ve hercâî menekşeler de kısa kesilmiş şimşirlerin sınırlandırdığı çiçek tarhlarını süslerdi. Bahçenin bir köşesindeki kümeste bir horoz ile sayıları, zaman zaman, 10 ilâ 20 arasında değişen farklı birkaç cins tavuk bulunurdu. Buna, arada sırada, birkaç tâne Kandıra hindisinin katıldığı da olurdu. Ancak bu hindiler uzun müddet kümeste kalmazlardı.

Her sene bahçıvan gelir, bahçeyi tanzîm eder ve sırık domatesi, hıyar, fasulya, kabak, asma kabağı, patlıcan, sivri biber, yeşil soğan, dereotu ve maydanoz ekerdi. Bunlara ilkbahar ve yaz akşamları su vermek ise ağabeyim ile benim görevimdi. Bâzen bu iş için bahçemizdeki emme-basma tulumbadan 20 tenekeden fazla su çektiğimiz olurdu.

Konakta babaannem, babam, annem, ağabeyim, ben ve en azından bir de hizmetkâr yaşardık. Ben doğmadan 8-10 yıl önce, konağın her iki bölümünde de babamın ve iki amcamın aileleri ve çocukları, dedem ve babaannem ile iki hizmetçi ve bir de aşçı olmak üzere en az 14 kişi yaşarmış. Münib Paşa’nın hâl-i hayatında bu sayı, Paşa’nın seyisi ve arabacısı[6] ile ve sâir diğer hizmetkârlarla daha da fazlaymış.

Doğduğum 1935 yılından konağın yıkıldığı 1965 yılına kadar geçen zaman içinde bu konakta hizmet edenler sırasıyla: Emine hanım, onun suyolcu[7] kardeşinin eşi Râbia hanım, Şekûre hanım, Semîha hanım, Zehrâ hanım, Adâlet hanım ve Leman hanım olmuştur. Bir de her hafta, köşkün fî târihinde mutbağı olarak kullanılmış olan müstakil müştemilâtında, çamaşır yıkamak üzere gelen Fatma Hanım[8] vardı. Allāh hepsine ganî ganî rahmet eylesin! Hepsi de fukarâ-i sâbirînden, gönlü zengin, edeb ve vekar sâhibi kimselerdi. Her birini ailemizden bir teyzemiz ya da halamız gibi sevmiş, hep birlikte sevinmiş, hep birlikte üzülmüş, hep birlikte yemek yemiş, çocuklar olarak bayramlarda ellerini öpmüş ve hattâ bâzılarından bayram harçlığı dahi almıştık.

Her anne ve baba çocuklarını kendi kültür ve medeniyet anlayışına göre kalıba sokmak ister ki bu tabiî bir eğilimdir. Çocuğa küçüklüğünden beri verilen terbiye onu bazı temel ahlâk ve davranış kurallarından tâviz vermeden civârıyla uyumlu, bilgili ve edebli olmasına yöneliktir.

Şimdiki apartman hayâtı çocukların anne ve babalarıyla âdetâ iç içe yaşamalarını, her an onların gözleri önünde bulunmalarını zorunlu kıldığından bu, ister istemez, arzu edilmeyen bir lâubâliliğe, dolayısıyla da aile içi gerilimin artmasına yol açmaktadır. Oysa konak hayâtı, bu mahzurlara müsaade etmeyen bir mahfîliğe sâhipti. Çünkü, mekânın genişliğinden dolayı, konaklarda çocuklar her an ebeveynin gözü önünde olamazlardı. Bu da annelerin ve babaların, şimdilerde olduğu gibi, çocuklarının her hareketine ve her davranışına müdâhale etmelerine ve fuzûlî bir sinirlilik sergilemelerine imkân vermezdi. Çocuklar konakta birlikte yaşadıkları büyükbaba ve büyükanneleriyle kendi ebeveynleri arasındaki davranış benzerliklerini ve farklılıklarını idrâk ve mukāyese etmek sûretiyle de tabiî bir biçimde görgü sâhibi olurlardı. Ayrıca, konağın hizmetkârlarının dahi çocukların terbiyesine müsbet bir katkısı olurdu. Hizmetkârlar çocuklara yalnızca göz-kulak olmakla kalmaz, fakat masallar ve dinî hikâyeler anlatır, gerekirse dinî bilgiler verir, sözlerindeki ve davranışlarındaki aksaklıkları otoriter bir şekilde îkaz eder, hattâ gerekirse onları paylarlardı.

Hizmetçilerimiz, genellikle evli barklı kimselerdi. Konağa sabah namazından bir müddet sonra gelir, akşam ezânından sonra evlerine dönerlerdi. Konakta yalnızca bekâr olan Semîha Hanım ile dul olan Leman Hanım sürekli kalmışlardır. Yemekleri annem pişirirdi. Kışın, hizmetçilerin işi daha da yüklü olurdu. Konağın giriş katının üstündeki katta sürekli yanan “Mignon” marka Fransız yapısı kömür sobasına kömür ve babaannemin odasındaki mâvi çini sobaya da odun ikmâli ağır bir işti. Bu, iki basamakla inilen kömürlükden günde üç kere 29 basamak yukarıya, ve her seferinde de en az 20 kilo yakıt çıkarmak demekti. Buna ek olarak, sokak kapısının ve konağın bizim oturduğumuz bölümündeki bahçeye açılan iki kapısının önündeki karları küremek de vardı.

Çocukluğumda İstanbul’da kışlar şiddetli olurdu. Konaktan yaklaşık 700 metre kadar ilerideki Ayazma 21. İlkokulu’na her kış dizlerime kadar kara bata çıka gittiğimi hiç unutmadım. Bugün böyle bir manzarayla karşılaşmamamızın sebebi ise İstanbul’un nüfûsunun 500.000’den 14.000.000’a çıkmış olmasının sonucu olarak sayıları artmış olan motorlu araçların egzozlarından ve hânelerin bacalarından salgılanan karbon dioksitin şehir üzerinde oluşturduğu, “sera etkisi” yapan, İstanbul’un iklimini değiştiren tabakadır. Böylece kar tânecikleri bu sıcak tabakaya eriştiklerinde yağmura dönüşmekte ve şehir de artık dolu dolu karlı kışlara hasret kalmaktadır.

Münib Paşa konağında bana hiç bir zaman bir yasak konulmadıydı. Ben, konakta esen havadan nelerin yapılması, nelerin de yapılmaması gerektiğini anlardım. Çocukluk hâli, bâzen zeminsiz ve zamansız ısrarlı bir isteğim olsa babaannem ya da annem müşfik bir îkāzla bunun yersizliğine ve isâbetsizliğine beni hemen inandırıverirlerdi. Zâten geniş bir bahçe içinde, kendisi de olabildiğince vâsî olan bir konakta hür hareket etmek, kendi kendine istediği gibi oyun oynamak imkânı varken insan bunların dışında münâsebetsiz isteklerde de bulunamazdı ki! Bununla beraber bilhassa pederinin vefâtından sonra zuhur eden miras meselelerinin kendisini fevkalâde üzdüğü sıralarda, asabiyetinin yükselmesi sonucu, annemden epeyice dayak yemiştim. Elleri nûr olsun benden 9,5 yaş daha büyük olan ağabeyimin de beni, arada sırada disiplin açısından, okşadığı(!) olurdu. Ama babamdan ve babaannemden tek bir fiske bile yemedim. Çok nâdir olarak kazâen bir cam ya da başka bir şey dahi kırsam bu, “bir dahaki sefere çok dikkatli davranmam gerektiği” îkāz edilerek idrâk ettirilir; bundan dolayı konakta keyfin kaçmış olduğu hissettirilir; ama bana bir cezâ verilmezdi.

Çocuklar için ideal model: baba idi, anne idi, babaanne idi, hattâ hizmetkârlar idi ve kezâ konağın misâfirleriydi. Onları taklîd etmekle saygınlık kazanacağımızı bilirdik. Babam zâten hâfızdı. Evde her gün onun o lâtif, mûsıkîye bihakkın vâkıf, Üsküdar Kur’ân tilâvet ekolüne has tilâvetini bütün aile huşû içinde dinlerdik. Benim kendi başıma îcâd ettiğim oyunlarımdan biri de, babamın hâl ve tavrından ilhâm alarak, “hâfızcılık” oynamaktı. Konakta zâten namaz vakitlerine ve namaza riâyet edilirdi. İnsan göre göre, büyüklerini taklîd ede ede ne çok şey öğreniyor! Dinî bilgileri zamana ve zemine göre annemden, babaannemden ve hattâ hizmetçilerden öğrenirdim. Daha sonra babam “Mumun dibine ışık vermeyeceği” düstûrunun gereği olsa gerek, eski yazı öğrenmek ve Kur’ân’ı hatmetmek üzere beni 9 yaşımda iken mahallemizden, Allāh ganî ganî rahmet eylesin, Ulviye hanım teyzeye yollamıştı. İki sene zarfında bu mubârek kadından çok şey öğrenmiş ve Kur’ân’ı da ilk defa hatmetmiştim.

Mahalledeki diğer çocuklar Mızraklı İlmihâl’i ezberlerken ve bu ezberden de “İllâllāh!” derlerken bu, bana aslā icbâr edilmediydi. Konakta din konusunda ön plânda tutulan Peygamber ve Allāh (korkusu değil) sevgisi idi. Babamın arkadaşları ve özellikle de Attâr Dükkânı’ın sâhibi Sâim Efendi amca[9], bizi ziyârete geldiklerinde, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” misâli sözü Hz Peygamber’in ve O’nun hakikî ashâbının îmânlarına, sadâkatlerine, sehâvetlerine, sabırlarına, tahammüllerine, cesâretlerine, şecaatlerine, kahramanlıklarına getirir ve mâneviyâtımı kuvvetlendiren menkıbeler anlatırlardı. Bunlar daha o günlerden îtibâren hayâlimdeki insan idealini (İnsân-ı Kâmil’i) şekillendirdi. Bunun etkisinde diğer çocuklar kovboyculuk oynar iken ben kendi kendime, konağın üçüncü katında kimseye göstermeden, “Bedircilik” ve “Uhudculuk” oynardım.

Üsküdar’da konakların fukarâsı ve misâfirleri eksik olmazdı. Fukarâ diye hâli vakti iyi olmayan ama aslā dilenmeyen, konağa muhabbet için uğrayan, kendileri bir şey taleb etmeksizin kendilerine takdîm edileni kabûl eden fukarâ-i sâbirîni kastediyorum. Bunlar her konağın beti bereketi addedilirdi. II. Cihan Harbi sırasında ekmek karneye bağlı iken bile bunlar misâfirliğe geldiklerinde, Allāh ne verdiyse, yemeğe alıkonurlar ve kendilerine hâne halkının gündelik karneli ekmeğinden ikrâm edilirdi. Konağın kapısının dilenciler, fukarâ-i sâbirîn ve misâfirler tarafından çalınmadığı gün hemen hemen olmazdı. Nâdirattan olmak üzere konağın kapısı bir gün hiç çalınmamış olsa babaannem, genellikle ikindi namazını edâ ettikten sonra, anneme: “Allāh hayrlara tebdîl etsin, Pâkizânım[10] kızım! Bugün kapımıza uğrayan olmadı. Allāh taksîratımızı affetsin! Acabâ bilmeden bir kusur mu işledik ki?” diye hayretini ve endîşesini dile getirirdi. Bu tutum yalnızca bizim konağa mahsûs değildi. Osmanlı saray âdâbının Üsküdar’a bir lûtfu olan sehâvet ve rikkat bu beldedeki her konağa, her hâneye damgasını basmıştır.

Konağın en civcivli günleri bayram günleriydi. Bayramdan bir hafta önce konak baştan aşağıya temizlenir; Üsküdar’da şekerci Hasan Alptekin’den ve Bahçekapı’daki şekerci Hacıbekir ile şekerci Hacı Mustafa’dan alınan akide ve bâdem şekerleri, parlak kâğıtlara sarılı Elit ya da Mabel marka küçük çukulatalar, sakızlı ve güllü lokumlar, bâdem ezmeleri fakfon şekerliklere yerleştirilir; Bafra, Kulüp ve Gelincik sigaraları uçuk renkli pembe, mâvi, yeşil, sarı kül tablalarının yanına konur; eve kahve ikmâli yapılır; şerbetler ve rengârenk ince uzun şerbet bardakları ve tabakları emre alesta tutulurdu. Hâli vakti daha iyi olan konaklarda kahve fincanları da şerbet bardakları da mutlakā Erzurum işi gümüş zarfların içinde takdîm edilir, şerbet bardakları da genellikle Bohemya kristalinden olurdu.

Kurban Bayramı’ndan genellikle üç gün önce kurbanlık koyunlar konağa gelir ve konağın bahçesine salınırdı. Yiyecekleri otun, içecekleri suyun temiz olmasına ve bunların ikmâline hizmetçiler ve konağın çocukları nezâret ederdi. Kurbanlıklar geceleri konağın kömürlüğüne alınırdı. Bayramdan önce kurban levâzımâtı biletilir, kurbanın kesim yerine gitmeden önce kömürlükte gözlerinin bağlanması için tertemiz yemeniler ya da tülbentler hazırlanırdı.

Konakta yatıya gelen misâfirlerimiz de eksik olmazdı. Her yaz Kayseri’de Devlet Demiryolları baş eczâcısı küçük amcam Şevket bey, yengem ve iki oğlu Münib ve Hüseyin ağabeylerim hizmetçileriyle birlikte kalmaya gelirlerdi. Amcam ancak 4 hafta kalabildikten sonra Kayseri’ye vazîfesinin başına döner; yengem, kuzenlerim ve hizmetçileri 1-2 ay daha kalırlardı. Benden 10 yaş büyük olan kuzinim Meliha hanım da evlenmeden önce birkaç sene yanımızda kalmış, evlenince de kocası ile 3-4 sene kadar konağın selâmlığında kirâcı olmuş ve bu arada oğlunu da, ağabeylerimi ve beni doğurtan, ebe Sâdiye hanım konakta doğurtmuştu. Arada sırada babaannemin akrabâlarından Sâbire hanım da birkaç haftalığına bize kalmaya gelirdi. Harb esnâsında, gâlibâ 1941 ya da 1942 kışında, babamın kuzini ve kendisine bu sebebden ötürü hala dediğim bir başka Sâbire hanımın babası Şûrâ-i Devlet âzâsı Nâil beyden kalma Söğütlüçeşme’deki büyük konak yangın tehlikesi atlattığında annesi Nihâlnâz Sultan[11] ile büyük kızı Rûhan abla da bizde birkaç ay konaklamak mecbûriyetinde kalmışlardı. Bu konaklamalarda anneme ve hizmetkârımıza, ister istemez, çok yük binerdi. Ev sâhipliği âdâbı dolayısıyla misâfirlerin her işi görülür, hizmette ve huzurlarını sağlamakta kusur etmemeye çalışılırdı. Her zaman gırtlağına kadar borçlu olan babamın borçları ise bu dönemlerde boyunu aşardı. Gene de kimse hâlinden şikâyet etmezdi.

Ramazanlarda konak hayatı bir başka olurdu. İftara gelenler, iftardan sonra yapılan sohbetler, anlatılan masallar ve menkıbeler, topluca terâvih namazı kılmalar, misâfirlerin uğurlanması, sahura neş’eyle kalkış, sahur sonrası sabah namazı ve bunu tâkîben babamın sabâ ya da segâh makāmından Kur’ân tilâveti herkese bir başka şevk verirdi.

Konaklar konum ve aidiyetlerine göre başka iki isimle de anılırlardı. Haşmetli birer konak olmalarına rağmen Saray’a mensûb kimselerin konaklarına nedense “köşk” denirdi. Sahildeki konaklara ise “yalı” denirdi. Üsküdar’ın, bizimkilerden başka, hâfızamda iz bırakmış konaklarından birkaçı ise şunlardır: Rûmî Mehmet Paşa Camii’ne bakan “Mahmûd Şevket Paşa Konağı”[12], Tebhirhâne Sokağı’nda el’an mevcûd olan ve herhangi bir restorasyon geçirmemiş olmasına rağmen zamana hâlâ vekarla direnen güzel bir konak, Azîz Mahmûd Hüdâyî Sokağı’nda “Çamlı (ya da Camlı) Konak”[13], Şemsipaşa’nın ilerisinde eskiden yemeniciler’in yemenilerinin boyalarını deniz suyu ile sâbitleştirip kuruttukları sâhile bakan “Bahriye Nâzırı Hacı Vesim Paşa Yalısı”[14] ve onun üst tarafında öğdül Sokağı’nın İmrahor semtine döndüğü köşede Câfer Tayyâr Paşa Yalısı”, Ayazma eski karakolunun karşısında babamın samimî arkadaşı Gāziantepli yağ tüccarı Fehim Patpat’ın 4 katlı konağı[15], Ayazma’da “Âsım Paşa Konağı”[16], Salacak’da Fatih Sultan Mehmet Camii’nin sâhil tarafına isâbet eden iki konak[17], Salacak’da “çürüksulu Ahmet Paşa Yalısı”, İhsâniye’deki “Köprülü Konak”[18], Doğancılar’da İtfâiye’nin karşısındaki “Şekerci Hasan Efendi Konağı”, Doğancılar Parkı’nın arkasında uzun yıllar Üsküdar Belediyesi’ni barındırmış olan “İbrâhim Paşa Konağı”, Nakkaştepe’de “Halîfe Abdülmecid Efendi Köşkü”, Sultantepe’de “Edib Bey[19] Konağı”, Sultantepe’de “Selimzâdeler Konağı”, Arapzâde Korusu’nda “Nûri Demirağ Konağı”, Kuzguncuk’da “Fethi Ahmet Paşa Yalısı”[20], Kuzguncuk’da “Cemil Molla Köşkü”[21], Beylerbeyi’de “Hasib Paşa Yalısı”[22], Beylerbeyi’de “Kalkavan Yalısı”, Çengelköyü’nda “Sâdullāh Paşa Yalısı”[23], Çengelköyü vapur iskelesi yanında “Bostancıbaşı Yalısı”, Çengelköyü tepesinde “Sultan Vahdettin Köşkü”, Altûnizâde’de “Mazlum Ağa Konağı”[24], Koşuyolu’nda “Âdile Sultan Köşkü”[25], Büyük Çamlıca’da “Şehzâde Yusuf İzzeddin Efendi Köşkü”, Küçük Çamlıca’da “Ord.Prof.Dr. Mazhar Osman Konağı” ve Acıbâdem’de “Ahmet Râtıp Paşa Konağı”[26]dır.

Bugün Üsküdar’da bir gezintiye çıkarsanız bâzen Menzilhâne Yokuşu’nda (hâlen Gündoğumu Caddesi’nde), bâzen Murat Reis Mahallesi’nde, bâzen Toygar’da, bâzen İhsâniye’nin ara sokaklarında, bâzen İnâdiye’de, bâzen İcâdiye’de, bâzen Altûnîzâde’de nâdiren iyi bakımlı, çoğu kere ise kaderine terkedilmiş ama geçmişte ne denli muhteşem yaşantılara sahne olmuş, Üsküdar Medeniyeti’ne yıllarca beşiklik etmiş, şimdilerde ise harîs bir müteahhidin “II. dereceden eski eser statüsü”ne sokturarak, yapay ve aldatıcı dış görünüşlü bir apartmana çevirmek için yanıp tutuştuğu nice boynu bükük konakları keşfetmeniz ve kaybettiğimiz bir medeniyetin harâbelerini büyük bir iç burukluğuyla, esefle seyretmeniz hâlâ mümkündür.

Ahmed Yüksel ÖZEMRE

Kaynak: www.ozemre.com



[1] Vefâtı: 1831. Üsküdar’da Azîz Mahmûd Hüdâyî hazîresinde medfûndur.

[2] Doğumu: 29 Kasım 1925.

[3] Ben doğmadan 5 yıl önce, 2,5 yaşında iken 1930’da vefât etmiş.

[4] Doğumu: 2 Ağustos 1958.

[5] Doğumu: 5 Aralık 1947.

[6] Münib Paşa Konağı’nın selâmlık kısmında iki atlık bir ahır ve Paşa’nın arabasını muhâfaza edecek kadar geniş bir taşlık vardı. Selâmlığın kapısı arabanın rahatlıkla girip çıkmasına müsaade eden genişlik ve yükseklikteydi. Babaannem, babasının evde pek mütevâzî fakat arabasında pek haşmetli ve vakur olduğunu anlatırdı. Paşa’nın arabasıyla konağa girip çıkması bütün mahalleli için seyri aslā kaçırılmayan bir temâşâ imiş!

[7] Atlı olarak, bentlerden şehre su sevkeden su yollarının durumunu günbegün inceleyip Sular İdâresi’ne rapor eden memur.

[8] Hepsi de abdestinde namazında müminler olan Fatma Hanım, kocası Hasan Efendi ve oğulları Hüseyin ağabey bizim konakdan 100 metre kadar ileride, Doğancılar Caddesi’nin şimdiki 3 ve 5 numaralı binâlarının bulunduğu yerde etrafı tahtaperde ile çevrili bir bahçedeki kulübelerinde otururlardı. Hasan efendi evlere su taşırdı. Oğulları Hüseyin ağabeyi çok iyi okuttulardı. Tam bir Üsküdar beyefendisi olarak yetişen Hüseyin ağabey, hatırımda kaldığı kadarıyla, Yapı ve Kredi Bankası Mühürdar şûbesi müdürü iken emekli olmuştu.

[9] Bk. Ahmed Yüksel özemre, Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı, 4. baskı, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2003.

[10] Üsküdar lehçesinde: “Pâkize hanım”.

[11] Sultan Reşad’ın haremlerinden Nihâlnâz Sultan’ın babamın amcalarından Nâil Bey ile hangi şartlar altında ikinci evliliğini yapmış olduğunun hikâyesini Geçmiş Zaman Olur Ki… (Kubbealtı Neşriyâtı) ve Üsküdar, Ah Üsküdar! (Kaknüs Yayınları) başlıklı kitaplarımda nakletmiştim.

[12] Son yıllarda restorasyon bahânesiyle eskisiyle pek ilgisi olmayan konak görünümlü apartmana dönüştürüldü.

[13] Son yıllarda restorasyon bahânesiyle eskisiyle pek ilgisi olmayan konak görünümlü apartmana dönüştürüldü.

[14] Yandı kül oldu gitti. 1820 yılında inşâ edilmiştir.

[15] Yerinde şimdi bir beton yığını var.

[16] Âsım Paşa: Sultan II. Abdülhamid’in kulak-boğaz-burun hekimi.

[17] Son yıllarda restorasyon bahânesiyle eskisiyle pek ilgisi olmayan konak görünümlü apartmana dönüştürüldü.

[18] Ya da “Mâbeyinci Hâfız Mehmet Bey Konağı”. 1860 sularında inşâ edilmiştir. Restorasyonu esnâsında “köprüsüz” oluverdi.

[19] Edib Bey, romancı Hâlide Edip Adıvar’ın babasıdır.

[20] Sonraları “Kör Şevket’in Yalısı” diye anılmıştır. XVIII. yüzyılda inşâ edilmiştir.

[21] 1885 yılında inşâ edilmiştir.

[22] Yandı gitti, kül oldu.

[23] XVIII. yüzyılda inşâ edilmiştir.

[24] Şimdi Kültür Bakanlığı’nın mülkü.

[25] Şimdi “Öğretmenler Evi”.

[26] Sonradan “Çamlıca Kız Lisesi” olmuştur.

29 Ağustos 2011 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Sanat

Türk Tesbihçiliği

by Magaradakiler 22 Ağustos 2011

İslâm âleminde tesbih, Allāh’ın Esma’ü-l Hüsnâ’sını yâni Güzel İsimleri’ni ibâdet amacıyla ve belirli bir sayıda zikretmek için kullanılan ve hemen hemen her sofu müslümanın cebinde taşıdığı pratik bir araçtır. Aynı boyutları ve aynı şekli haiz 33, 99, 500 ya da 1000 adet dânenin (tânenin), en basit hâliyle, iki ucu biribirine düğümlü bir ipe dizilmesinden oluşur. 500’lük ve 1000’lik tesbihler, eskiden tekkelerde ve daha çok toplu zikirlerde kullanılırdı.

“Tesbih çekmek”: baş ve işâret parmaklarının orta parmak üzerine yerleştirilen tesbihin tânelerini bileğe doğru hareket ettirmesiyle senkronize olarak Allāh’ın Güzel İsimleri’nden birini hafî (içinden) ya da cehrî (sesli) olarak herbir tânede tekrarlamak anlamındadır. Fakat tesbihin muhtelif parçalarının tornada çekilerek yapılmasından ötürü bu imâlât işlemine de “tesbih çekmek” denilmektedir.

Tesbihin tâneleri genellikle kürevî (küresel, yuvarlak), beyzî (elipsoidal), şalgamî, üstüvânevî (silindirik) ve armudî olur. çokyüzlü kristal gibi fasetalı ya da farklı estetik biçimlerde oymalı, daha fantezi biçimlerde olanları da vardır.

Tesbihin, tesbihçinin san’atini sergileyen en önemli parçası tânelerin dizili olduğu ipin iki ucunun buluştuğu yerdeki imâme’dir. Bu, tesbihin zarîf görünmesini sağlamak üzere genellikle tânelerin uzunluğundan 4 ilâ 7 misli daha uzun tutulan ve dönel simetriyi haiz olan bir parçadır. Boğumlarından birinde hareket edebilen bir, iki ya da üç adet halka da bulunabilir. İmâmenin altındaki iki delikten girip de üstündeki tek delikten çıkan tesbih ipinin iki ucu helezonî biçimde burulur. Bu ipe birkaç adet (genellikle üç adet) küçük ve ip üzerinde kayamayacak kadar ip deliği dar tutulmuş olan tâne daha eklenir. İki ucu burulmuş olan ipin bittiği yere hâtime (ya da tepelik) denilen, şekli tânelerinkinden farklı bir parça ilâve edilir. Hâtimenin üstündeki konik deliğe tıpatıp oturan, çivi denilen ve alt tarafı aynı konik şekli haiz olan kısım ise tesbih ipinin iki ucunun rabtedildiği kilit noktasıdır. Zamanımızın büyük tesbihçilerinden Neyzen Niyâzi Sayın “çektiği” bâzı tesbihlerde imâmeden sonra ve hâtimeden önce birer de Mevlevî Sikkesi şeklinde iki parça ilâve etmektedir. Bâzı tesbihlerin ucuna ibrişimden, ipekten, gümüş ya da altın tellerden yapılmış bir püskül takılır ki buna da kamçı denilmektedir.

Tesbihin diğer parçaları ise durak (ya da nişâne) ve pul’dur. Durak ya da nişâne 99’luk tesbihlerde 33. ve 66. tânelerden sonra konulan ve tesbihin dışına doğru sarkan özel şekilli parçalardır. Bunlar 99’luk bir tesbihi 3 adet 33’lük kısma ayırırlar. Bâzen üzerilerinde hareketli halkalar da bulunur. İşin tasavvufî derinliğine vâkıf tesbihçiler 33’lük tesbihlerde yassı bir parça olan pulu “Pençe-i âl-i Abâ”ya yâni Hz Peygamber’in Ehl-i Beyti’ne delâlet etmek üzere imâmeden i’tibâren her iki yanda 5., ve 99’luk tesbihlerde de “Oniki İmâm”a delâlet etmek üzere imâmeden i’tibâren her iki yanda 12. tânelerden sonra koyarlar. Bu âdetin dışında, pulları 7. ya da 11. tânelerden sonra koyanların sayısı fazladır.

Tesbih dizimi dahî ince bir iştir. Tesbih ipinin iki ucunun helezonî buruluşu, uçlarının balmumulanışı, imâmenin altındaki ve üstündeki düğümlerin atılışı herkesin kolay kolay taklîd edemeyeceği bir mahâret ister.

çeşitli maddelerden tesviye edilmiş olan tesbih tânelerinin çapı genellikle 4 ilâ 10 mm arasında olur. Daha büyük çaplı tâneleri olan tesbihler de vardır ama bunların pratik bir faydası yoktur. Ya süs için ya da kolleksiyonlar için yapılırlar. Tâneleri küçük olan tesbihlere, halk arasında, “Zenne (ya da Kadın) Tesbihi” denir.

Tesbihçilik tıpkı hat san’ati, ebrû san’ati gibi Türkler’in elinde ve ustalığında XIX. yüzyılda şâhikasına erişmiş bir san’attir. Bu san’atin elimizdeki en eski örnekleri maalesef XVII. yüzyıldan önceye ulaşmamaktadır.

Tesbihçiler arasında, bugün hepsi de rahmetli olup da eserlerinde ustalıkları ile dillere destân olmuş olanlar şunlardır: Tophâneli Sâdık usta, Mevlânâkapılı Mahmûd usta, Horozun Sâlih usta, Kalafatçı Hasan usta, Yamalı Nûrî usta, Eyüplü Deli Tâhir usta, Balatlı Nûrî usta, Fildişici Burhan usta, Kalemdar Hayri usta, Kehribarcıbaşı Ali usta, Beşiktaşlı Sağır Rıfat usta ve öğrencisi Topuzun Halîl usta ve Tophâneli İsmet usta. 1920’lerden sonra tesbihçilik san’ati merhûm: Hilmi efendi, Akgerdan Mehmet Cemil bey, Edinekapılı Gâlib Başsaka efendi ile onun talebesi, Allāh uzun ömür versin, Neyzen Niyâzi Sayın tarafından sürdürülmüştür.

Tesbihçilikde, eskiden, bir kemâne ile döndürülen, ağaçtan yapılmış özel bir torna kullanılırdı. çargûşe denilen delici bölümle malafa denilen kalıp sol eldeki kemâne aracılığıyla bir ileri bir geri döndürülür; puntalar arasındaki sıkıştırma sol ayakla temin edilir; sağ el kullanılarak da rende ve arda denilen kesici âletler aracılığıyla tesbih parçaları çekilirdi. Bu ilkel tornalarla tânelerin aynı boyutlarda çekilmesi büyük mahâret isterdi. Günümüzde hâlâ değerli tesbih ustaları tesbih parçalarını elle çekmekteyseler de bâzıları da bilgisayarlı hassas torna tezgâhlarını tercih etmekte ve eski ustaların eserlerini aynı boyutlarda hemen kopyalayabilmektedirler. Ancak “bilgisayarlı torna tesbihçiliği” kopyacı üretimden ileri gitmemekte ve tesbihçiliğin san’at yanını gitgide öldürmektedir.

Tesbih parçalarının imâlâtında ise ham madde olarak:

  1. akik, altın, cam, elmas, firûze, gümüş, kantaşı, katalin (plâstik), lâpis lazuli, lületaşı, malekit, necef, Oltu (Erzurum)taşı, şahçerağ, şahmaksut, yâkut, yeşim, yıldız (kedigözü), zebercet, zümrüt, vs… gibi mâdenî;
  2. deve kemiği, fil dişi, gergedan boynuzu (zergerdân), inci, kaplumbağa kabuğu (bağa), manda boynuzu, mercan, naka’ (deniz fili dişi), sedef, toynak, vs… gibi hayvânî ve
  3. abanoz, demirhindi, düveydârî, gül ağacı, hindistan cevizi, kehribar, köknar, kuka, mâverd, narçıl, öd ağacı, pelesenk, sandal ağacı, sırçalı kuka, sakız ağacı (nebik), yılan ağacı, zeytin ağacı, vs… gibi nebâtî

çeşitli maddeler kullanılmaktadır.

Tesbihlerin makbûl olanı tâneleri büyüklük ve şekil bakımından aynı olanlardır. Ama eğer şu ya da bu sebebden ötürü tâneler arasında büyüklük farkı zuhur etmişse bu takdirde bunlar en büyük tâneden başlayarak en küçüğüne doğru dizilirler. Bu dizim şekline servi dizimi denir.

Geçen yüzyılın en büyük ebrû ustalarından biri olan Mustafa Düzgünman tesbihlerden ve tesbihçilikden de çok iyi anlardı. Bir tesbihin hangi maddeden yapılmış olduğunu bir bakışta isâbetle beyân ederdi. Gençliğindenberi biriktirdi­i ve ço­u nâdîde örneklerden oluşan gü­el bir tesbih kolleksiyonuna sâhipti. Bu merâkını Neyzen Niyâzi Sayın’a da aşılamıştı, öyle ki kendisi de bir başka hezârfen olan Niyâzi Sayın bu konuda yalnızca bir kolleksiyoncuya has bir tesbih merakıyla yetinmeyecek, bir müddet sonra Türkiye’nin en usta tesbih çekenlerinden biri olacaktı. Bu işden çok iyi anlayan Mustafa Düzgünman, Niyâzi Sayın’ın o kadîm tornasından çektiği tesbih tânelerinin, durakların, imâmelerin biçimine, zarâfetine ve simetrisine hayrandı.

Sultân II. Mahmûd’un çuhadarbaşısı ve dedemin de dedesi olan Emin Ağa’dan babama intikāl etmiş olan bir tesbih vardı. Bu tesbih Emin Ağa’ya bizzât Sultân’ın hediyesi imiş. Fevkalâde parlak bir ağacı, halkalı zarif durakları ve gene halkalı, altın süslü, nârin bir imâmesi vardı. Hakikî bir tesbih uzmanı olan Mustafa Düzgünman bu tesbihe meftûndu. Aşınan ipini değiştirip de yeniden dizmek gerektiği zaman, tesbihin maddî ve bilhassa mânevî değerinin idrâkiyle bu işi büyük bir zevkle yapardı.

Tesbihçilik bahsini kapatırken Mustafa Düzgünman’ın san’atine hayranlık duyduğu tesbihçi Halîl Usta (ki XX. yüzyılın ilk yarısında hâlâ hayatta imiş) hakkında yazdığı lâtif manzûmeyi, kendi takdîmiyle, buraya almayı münâsib gördüm. Farklı harflerle dizilen tesbihçilik tâbirleri dışında, geçen bâzı kelimeler de ekli lûgatçede açıklanmıştır:

20 Şubat 1958 Cuma gecesi dört arkadaş (Ahmed Düzgünman, Niyâzi Sayın, Uğur Derman, Mustafa Düzgünman) Teşvîkiye, Kalıpçı sokak, Villa apartımanında mukıym, vâli mütekāidi Sedad (Erim) Bey’in nezdinde mahfûz, merhûm Halîl Usta’nın tesbihlerini görmeğe gitmemiz münâsebetiyle bir hâtıra:

Yağmurlu bir gece idi; fırtınalı, hem soğuk,

üsküdar’dan Teşvîkiye nâmlı semte doğrulduk.

Sokak sorup vâsıl olduk Sedad Bey’in evine,

Karşılayıp aldı bizi odasının birine.

Eski ahbap, beyefendi, sevimli, hem hoşkelâm,

Sohbetiyle etti tenvîr, biz­den ona çok selâm.

Hânesinin içi mefrûş, eserlerle müzeyyen,

Yazı, resim, çini, tezhip nevîlerle mülevven.

Derken hazret yan odadan getirdi bir hazîne,

Bir de baktık, tesbihlermiş; elhak, sanki defîne.

Aman Yârab, bu ne san’at, bu ne eltâf dilrübâ,

Bu meşherin ezvâkına, insan eyler iktidâ.

Üstâd merhûm Halîl yapmış, rûh-ı san’at mücessem,

Tesbihciler kutbudur bak, âsâriyle müsellem.

Kuka, sandal, demirhindi, zergerdân, bağ, hem köknar,

Sırça kuka, zeytinağcı, kehrübâyla narçıl var.

Üveydârî, ödağcıyla mâverd de var içinde,

Oltu taşı, gümüş kamçı, hepsi başka biçimde.

Bordo renkli, alacalı sarı bağlar pek enfes,

Kuka tesbih şâheserdir, oymaları bir kafes.

İmâmeler, duraklarla tepelikler halkalı,

Oyma nakış, sâde güzel, rengârenk, hem dalgalı,

Zeytinağcı tesbihe bak, naka gibi ışıldak,

Kehrübânın buzlusu da câzibeli yuvarlak.

Altı dâne ölçüsünde imâmeler çok güzel

Zarif hadde, ince delik, tepelikler bîbedel.

Ödâğcıyla mâverd, sandal, üveydârî pür san’at,

Kokuları, çekimleri hayrân eder, hem dilşâd.

Şalgamîyle beyzî şekil, uçlularla yuvarlak,

İmzâ atmış tepeliğe, tamam olmuş san’at bak.

Uğur Bey’le Niyâzi’miz almış ele bir kalem,

Biri çizer, biri yazar; her birimiz bir âlem.

Halîl Usta ne adammış, nasıl yapmış bunları,

Rûhu coşmuş, zevki taşmış, ayân etmiş nûrları.

Tesbihlerin âmili hiç ölmemiş de yaşıyor,

Zevk-i selîm san’atkârı, anıp insan şaşıyor.

Rahmet olsun Halîl Usta, şâd ettin sen bizleri

Müsterîh ol, zâil olmaz san’atının izleri.

Dört arkadaş hayrân olduk, sersemledik âdetâ,

Akıl serhoş, gönül bîhûş, doymadık bu vuslata.

Şuûnât-ı İlâhî’dir, merâyâda görünen

ârif bilir, kimdir nakkāş; nukūşiyle övünen.

Mazâhirde sırr-ı Alî nümâyandır, hoşca bak,

“Küntü kenzen…” esrârıdır, hak gözüyle iyce bak.

Ehl-i Beyt’in hürmetine, Yârab, Halîl kulunu,

Taksîrâtın afv eyleyip, cennet eyle yolunu.

Memnûn, mesrûr, müteşekkir, ol hânedan ayrıldık,

Avdet edip eve geldik, dîvâneden sayıldık[1]

Ey Türbedâr! Fakîrâne karaladın haylı lâf,

Hiç kıymeti yoktur ammâ, aşk söyletti bir tuhaf…

Mustafa DüZGüNMAN

27 Şubat 1958

Lûgatçe:

Mukıym: oturan. Mütekāid: emekli. Nezdinde: yanında. Mahfûz: saklı. Vâsıl olduk: vardık, kavuştuk. Hoşkelâm: sözü güzel. Tenvîr: aydınlatma. Mefrûş: döşenmiş. Müzeyyen: süslenmiş. Mülevven: renklenmiş. Eltâf: lûtuflar. Dilrübâ: gönlü kapan. Meşher: sergi. Ezvâk: zevkler. İktidâ: uyma. Rûh-ı san’at: san’at rûhu. Mücessem: cisimlenmiş. Kutb: bir mesleğin en yücesi. âsâr: eserler. Müsellem: herkesçe kabul edilen. Naka: deniz filinin dişinden yapılan tesbih. Pür san’at: san’at dolu. Dilşâd: gönlü hoş. Ayân et­miş: meydana çıkarmış. Âmil: imâl eden, yapan. Zevk-ı selîm: doğru, sağlam zevk. Şâd ettin: sevindirdin. Müsterih: gönlü rahat. Zâil ol­maz: bit­mez. Serhoş: sarhoş. Bîhûş: şaşkın. Vuslat: kavuşma. Şuûnât-ı ilâhî: ilâhî hâdiseler. Merâyâ: aynalar. Ârif: ilâhî sırları bilen. Nakkāş: nakış yapan. Nukūş: nakışlar. Mazâhir: görünen şeyler. Sırr-ı Alî: Hz. Ali’nin sırrı. Nümâyan: meydanda. “Küntü kenzen…”: “Ben gizli hazîne idim, bilinmek istedim. yarattığım mahlûkatla bilindim” meâlindeki “kudsî hadîs”in başlangıç cümlesidir ki tasavvuf edebiyatında sıkça kullanılır. Esrâr: sırlar. İyce: iyice. Ehl-i Beyt: Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fâtıma, dâmâdı Hz. Alî ve iki torunu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin. Taksîrat: kusurlar. Mesrûr: sevinçli. Müteşekkir: teşekkür eden. Türbedâr: Üsküdar’daki Hz. Hüdâyi türbedârı olan Mustafa Düzgünman.

Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre

Kaynak: www.ozemre.com


[1] Efrâd-ı ailemiz: “Böyle havada deli divâne olan uzak yola çıkar” diye bize târizde bulundular; bu hâle ağyâr olduklarından…

22 Ağustos 2011 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Kitabiyat

Ey Müslüman Tevhid’e Nasıl İnanmalısın? – Halit Sevimli

by Magaradakiler 01 Haziran 2011

Her seviyeden okuyucunun rahatlıkla anlayabileceği bir dille kaleme alınmış olan eserde, Ehl-i Sünnet itikadına göre Müslüman’ın tevhid inancı nasıl olmalıdır? Sorusuna kapsamlı bir cevap bulabilirsiniz. Eserden izinle alıntılanmış bazı makaleler sitemizde mevcuttur.

Adı: Ey Müslüman Tevhid’e Nasıl İnanmalısın?

Yazarı: Halit Sevimli

Yayınevi: Gonca Yayınevi-2011

Sayfa Sayısı: 220

01 Haziran 2011 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Kitabiyat

Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alâmetleri – René Guénon

by Magaradakiler 12 Şubat 2011

1912 yılında Müslüman olarak Abdülvâhid Yahyâ adını almış olan, dünyaca ünlü bilge René Guénon’dan bir eser daha. İkinci dünya savaşının akabinde kaleme alınmış olan eserde, modern toplum; din, bilim ve sanat açısından tasvir ediliyor. Eser boyunca modern çağ ile ahir zaman tasavvuru arasında özdeşleştirme dikkat çekiyor. Bu özdeşleştirmeye dair alametlerin detaylı bir şekilde anlatıldığı eserde; söz konusu alametlerin zuhuruna meydan veren olgunun, kadim çağların aksine niceliğin nitelik üzerinde egemenlik kurması olduğu vurgulanıyor.

Adı: Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alâmetleri

Yazarı: René Guénon

Çeviren: Mahmut Kanık

Yayınevi: İz Yayıncılık-2004

Sayfa Sayısı: 350

12 Şubat 2011 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
  • 1
  • …
  • 10
  • 11
  • 12
  • 13
  • 14

About Me

About Me

Writer & Reader

Neque porro quisquam est, qui dolorem ipsum quia dolor sit amet, consectetur, adipisci velit, sed.

Keep in touch

Facebook Twitter Instagram Pinterest Tumblr Youtube Bloglovin Snapchat

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

Recent Posts

  • Rachel Corrie

    16 Mart 2024
  • 2023 Kitap Fuarları

    25 Kasım 2022
  • 2022 Kitap Fuarları

    10 Ocak 2022
  • Covid-19 Pandemisi ve Sağlık Çalışanları Üzerindeki Etkileri: Sosyolojik Perspektif

    26 Mayıs 2021
  • 2021 Kitap Fuarları

    29 Ekim 2020

Categories

  • Edebiyat (6)
  • Ekonomi (6)
  • Featured (6)
  • Genel (23)
  • İş Dünyası (9)
  • İslâmi Bakış (11)
  • Kitabiyat (42)
  • Kitap Fuarı (6)
  • Kitap Fuarı Detay (7)
  • Life (2)
  • Moments (7)
  • Nature (5)
  • Sanat (1)
  • Stories (6)
  • Tarih (4)
  • Travel (5)

About me

banner
Soledad is the best selling Blog & Magazine WordPress Theme of this year on Themeforest.

Popular Posts

  • 1

    Writing New Life Chapter

    07 Haziran 2017
  • 2

    Create your DIY Bag

    07 Haziran 2017
  • 3

    My Baby Cactus

    07 Haziran 2017

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram
  • Pinterest
  • Tumblr
  • Youtube
  • Bloglovin
  • Snapchat

@2019 - All Right Reserved. Designed and Developed by PenciDesign


Back To Top
Mağaradakiler
  • Travel