Dünyayı Kurtaran Adam


Uzay çağı geçmiş, zaman ve yaşam galaksi çağına ulaşmıştır. Yüz binlerce yıl geride kalmış, dünya ve gezegenler sistemi uzayda galaksi sistemine dönüşmüştür. Medeniyetler, tarihler geride kalmış, insanlar ilk çağlardaki gibi basit yaşamla yetinmeye başlamışlardı ve bütün güçleriyle ölümsüzlüğü bulmak, devamlı yaşamı sağlamak için amansız bir çalışma ve mücadeleye girişmişlerdi. Bu çağlarda dünya milletleri, medeniyetleri, ırkları, dinleri ayrı devletler halinden çıkıp tek bir varlık haline geldiler. Tek bir dünyalının yaşayışları ve kavimleri galaksi çağının dünya insanlarını meydana getiriyordu. Dünya çılgın bir nükleer silahlanmanın sonucu olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmişti. Dünya bu gibi tehlikeleri bir kaç kez geçirmiş, hiçbir kuvvet dünyayı yok edememiş fakat dünya bazı zamanlarda parçalara ayrılmış, dünyadan kopan parçalar uzayda meteor taşları haline gelmişti.

Bazı gezegenlerde hayat devam etmekte, yaşam sürmekteydi. ama nükleer savaş çok hızlanmıştı. Hükmetmek, daha güçlü olmak için bu güzel, mutlu dünya delice parçalanırken birden gizli ve çok güçlü bir düşmanla karşı karşıya kalındı … Dünyalılar toplandılar, kavimler biraraya gelip çare aradılar. Tek çare düşmanı bulup savaşmaktı. En güçlü, en büyük iki Türk savaşçısı ve diğer dünyalılar uzaya açılıp, bilinmeyen düşmana savaş ilan ettiler.” (Dünyayı Kurtaran Adam, Açılış konuşması)

Giriş cümlelerinden finaline, afişinden bugüne kadar gördüğü olağanüstü ilgiye kadar her yönüyle acayip bir filmdir Dünyayı Kurtaran Adam. 1982 yılında çevrildiğinden beri 24 yıl geçmiş olmasına rağmen hala konuşuluyor, tartışılıyor olması da Yeşilçam için ilginç bir satırbaşı olsa gerek. Bin bir acayiplikle dolu bu filmin herhangi bir sinema değeri taşıyıp taşımadığı konunun uzmanlarının ilgi alanına giriyor. Oysa filmin adından zamanlamasına kadar pek çok unsur, geçmişi, bugünü ve yarını anlamak bakımından bizlere oldukça ilginç ipuçları veriyor.

Her şeyden önce, filmin isminden başlayalım. Dünyayı bir tek adamın kurtarabilmesi düşüncesi başlı başına bir ilginçlik. Daha da önemlisi, birilerinin böyle bir işe soyunmuş olması. Ne demek “dünyayı kurtarmak”? Özellikle de günümüz genç kuşakları için oldukça anlamsız bir kavram bu. Çünkü onlar ağabeylerinin ablalarının aksine, rakı sofralarında bile olsa hiç, bırakın dünyayı, memleketi bile “kurtarmadılar”. Derin sosyo ekonomik analizlerle başlayıp, coşku selleri ile biten sohbetler hiç yapmadılar. Bu nedenle de bir önceki kuşağın, bu ritüelimsi birlikteliklerini hiç anlayamadılar. Bir kaç on yıllık zaman dilimi ile ayrılan iki kuşak, bu “kurtarma” sendromları nedeniyle birbirine hep kuşku ve yadırgama ile baktı bu yüzden.

Bir önceki kuşak, Malatya serdarı Battal Gazi rolündeki Cüneyt Arkın’ın tek başına Bizans’ı fethettiği filmler ile büyümüştü. Daha küçük yaş kuşağındakiler bu filmleri tebessüm ve alayla izledi. Daha sonra gelenler ise en basit insani tepkileri bile vermediler. Çünkü “acayipliğin” de bir sınırı olsa gerekti. Bu nedenle idealler ve bir şeyleri bir şeylerden kurtarma heyecanları kuşaktan kuşağa söndü gitti. Bu, sadece değişen sosyal çevrenin bir sonucu değildi. Aynı zamanda algıyla ilgili bir şeydi. Yakın kuşakların algısında, eğer kurtarma, kurtulma söz konusu ise, bu bireysel olmalıydı. Çünkü gemisini kurtaran kaptandı, her koyun kendi bacağından asılırdı. Bir önceki kuşak da, zaten zaman içinde dünyayı, memleketi kurtarmaktan vazgeçti. Topyekûn vahşi bir cangıla dalıverdi herkes, birbirini eze eze.

Peki, bu algısal değişim içinde 1982 tarihli Dünyayı Kurtaran Adam nereye oturuyor? 16 Ocak 2005 tarihli Not Defteri’nde, 70’lerin ortalarında iyimserlik dalgası zirve yaparken, o günlerin ruh halini ifade eden bir şarkının yükselmekte olduğuna dikkat çekmiştim: Hayat Bayram Olsa. İyimserlik dalgasının son haykırışıydı bu şarkı. Hemen hemen aynı günlerde dillerde dolaşan bir başka şarkı ise daha o günlerde, yaklaşmakta olan çöküşün sinyallerini veriyordu: Batsın Bu Dünya. Hayat Bayram Olsa ile Batsın Bu Dünya’nın savaşını ikincisi kazandı. Hayat bayram olmadı, tam tersine, dünya “battıkça battı”. Çünkü 1950’lerin ortalarında filizlenen ve kendisini müthiş bir pop patlama ile hissettiren iyimserlik ve coşkunluk dönemi, ömrünü tamamlamak üzereydi. Dalganın ilk şoku, kendisini öfkeli bir çatışma kültürü ile hissettirdi. İlk şok 1980’lerin başında sona ererken, önce Hayat Bayram Olsa marjinalleşmişti. Kendisini oldukça aşırı görüntülerle hissettiren olumsuz ruh hali dalgasının ilk medi geçici olarak geri çekilirken, cezirde kısa süreli bir toparlanma ile beraber “uçuk” ve temelsiz bir iyimserlik yeniden hâkim oldu.

Bu tip, çok daha derinlere gidecek düşüşlerin ilk tepki aşamasında iyimserlik, öncekinden de güçlü bir şekilde geri gelir. Finansal grafiklere, tepki yükselişleri olarak yansıyan bu görüntülere teknik terimlerle geri dönüş çabası diyoruz. Bu çabalar başarısız kalmaya mahkûmdur. Çünkü uzun sürmüş iyimserlik dönemlerini her zaman, uzun sürecek kötümserlik dönemleri izler.

1980’lerin ortalarına doğru yaşanan geçici iyimserlik de başarısız bir geri dönüş çabası idi. Bu başarısız geri dönüş çabası, kendisini bir takım pop unsurlarla ifade ediyordu. İşte Dünyayı Kurtaran Adam da, bu temelsiz ve uçuk iyimserliğin en uç ifadelerinden biriydi. Geçmişin Battal Gazi’si, artık memleket filan değil, resmen dünyayı kurtarmaya soyunmuştu. Bu vurgudaki bir film bile, iyimserliğin abartılı dozunu anlatmaya yeterdi. Dünyayı kurtaran Cüneyt Arkın’ı izleyen kitlelerin duyguları hayatın diğer alanlarında da görünür oldu. O günlerde yükselen “çağ atlama” klişesi, hastalık salgını gibi yayıldı. Çağ atlandığını zanneden kitleler, sürüler halinde bankerlere hücum etti. Daha sonraki yıllarda da etkisini sürdürecek bir borçlanma ve aşırı tüketim çılgınlığı yaşandı. Ölçüsüz, kuralsız bir çoşkunlukla herkes atlanan çağa uygun davranış kalıpları oluşturmaya başladı.

Bu dönemde, küresel olarak da yeni bir sayfa açılıyordu. Batı metropollerinde 1970’lerin bunalımları sona ermiş, Yeni Sağ’ın karizmatik liderlerinin öncülüğünde iyimserlik ve kendine güven geri gelmişti. ABD’de Ronald Reagan, İngiltere’de Margaret Thatcher, Almanya’da Helmut Kohl, 1980’lerde yükselen liberal-muhafazakâr değerlerin sembolleri oldular. Ana borsa endeksleri yeni zirvelere yönelirken yavaş yavaş neo-liberalizmin bayrağı yükseliyordu. 1970’lerin protest gençleri hızla sahneden çekildiler. Onların yerini aşırı bireyci ve tüketim tutkunu gençler aldı. Sinemada korku ve dehşet filmleri, pop müzikte kısa bir süre için parlayıp sönen Punk-Rock dönemi sona erdi. Sinema salonlarını sulu Holywood filmlerini izlemeye gelen gençler doldurdu. Artık pikapların yerini kasetçalarlar almaya, müzik setlerinden gürültülü Rock müziği değil, Michael Jackson ve Madonna’nın pop müziği yükselmeye başlamıştı. Kent meydanlarından çekilen uzun saçlı ve isyankâr gençlerin yerini lüks arabalar, abartılı bir gösteriş tutkunluğu ve yeniden başlayan futbol, basketbol ve beyzbol çılgınlığı aldı.

Bu dönemde kötümserlik trendleri zayıfladı. Pop kültürde de olumsuz ruh halini simgeleyen unsurlar gerilemeye başladı. Her ne kadar sinemaları komedi filmleri, ekranları salon komedisi diziler istila ettiyse de, kitap dünyasında hala en çok satanlar Tom Clancy’nin kurgu savaş romanları ve Stephen King’in korku romanlarıydı. 1970’lerin sonunda disco müziğinin Hard Rock ve Progressive Rock’ın saltanatına son vermesinin ardından yetişen yeni nesil Rocker’lar, abileri kadar olmasa da sisteme eleştirel tavırlarını sürdürdüler. 1980’lerin ortalarında doğan New Wave of British Heavy Metal, Iron Maiden, Judas Priest, Dio, Motörhead gibi Rock tarihinin en büyüklerini yetiştirdi. Thrash Metal ismi verilen türde ise Metallica, Megadeth gibi grupların yıldızı parladı. On yıl geçtikten sonra da Rock bir yaşam biçimiydi, ancak Yeni Sağ, pop müzikte olduğu gibi yeni jenerasyon Rocker’larda da etkilerini gösteriyordu. NWBHW’in ünlü gruplarından Saxon’da ve konserlerinde, poster ve afişlerinde İngiliz bayrakları eksik olmayan Iron Maiden’da bu vurgu iyice gözle görünür olmuştu. 1970’lerin afro saç modası geride kalmış, yavaş yavaş dazlaklık modası yükselmeye başlamıştı. Irk ayrımcılığını protesto eden siyah atletlerin yerini ise Amerikan bayrakları sallayan siyah atletler almıştı. Artık her şey gösteri dünyasının bir parçası olmuştu.

Yeni Sağ politikaların desteğinde yükselen neo-liberalizm Üçüncü Dünya’nın üzerine kelimenin tam anlamıyla bir kâbus gibi çöktü. Latin Amerika’da meşru yönetimlerin yerine gelen askeri yönetimler senelerce insanlık suçları işledi ve ülkelerini uluslararası sermayenin talanına açtı. Bu talanın sonucunda 2000’lerin başında ağır ekonomik çöküşler yaşandı, Latin Amerika halkları açlık sınırına geriledi. Ortadoğu’da Arap milliyetçiliği kesin bir yenilgiye uğratıldı ve Arap cephesi bölündü. Yıllarca savaşan İran da Irak da, savaş bittiğinde yoksulluk batağına saplanmıştı. Irak’ta on yıllar sonunda Saddam rejimi çöktüğünde, çöküntünün altından Ortaçağ mezhep bölünmeleri çıktı. Afrika yoksulluğa ve açlığa mahkûm oldu. Kanlı iç savaşlarda yüz binlerce Afrikalı yaşamını yitirdi. Afrikalı açlar sadece yirmi yılda bir düzenlenen Live Aid konserlerinde akla geldi. Afganistan’da on yıllar süren insanlık trajedileri yaşandı. Çöken Sovyetler Birliği’nin insan malzemesi uluslararası insan ve organ mafyalarının ellerine teslim edildi. Fuhuş pazarı, milyarlarca doların döndüğü bir kazanç kapısı oldu. Uzak Asya’nın kaplanları  uluslararası arenada şirket ve holding ittifakları ile ayakta kaldı. 1990’larda sözü edilen Asya mucizesi 90’ların sonundaki ekonomik, finansal krizle söndü. 2000’lerin başında dillere pelesenk olan Çin ise uluslararası pazara bedava insan emeğinin ürünlerini pazarlarken, insan hakları ihlallerinde ilk sıralardan hiç düşmedi.

Dünyayı Kurtaran Adam’ın ortaya çıktığı tarihsel dönemin çok kısa bir özeti bu. Dünyayı Kurtaran Adam, “Gerçekçi ol İmkansızı İste” diyen bir kuşağın orta yaşlılık dönemi ile, aynı kuşağın yönetimlerde başrolü oynadığı, “Gemisini Kurtaran Kaptan” döneminin tam ortasında uçuk ve temelsiz bir iyimserlik dalgasının ürünü olarak kendisine ancak dünyanın en saçma filmleri listesinde yer bulabildi. Gelişmiş teknolojisi ve uluslararası pazarlama olanakları ile Batı’nın propaganda aracı Holywood, tüm Üçüncü Dünya’ya, dünyayı kurtarmanın onların işi olmadığını haykırdı yıllar boyunca. Cüneyt Arkın’ın çok haklı olarak işaret ettiği gibi, gişe rekortmeni Holywood filmlerindeki abartılı saçmalık, Battal Gazi, ya da Dünyayı Kurtaran Adam filmlerinden daha ölçülü değildi. Amerikan milliyetçiliğinin kaba aktörleri olan Rambo’lar, Rocky’ler, Scwarzenneger’ler, Van Damme’lar Cüneyt Arkın’ın tiplemelerinden daha gerçekçi değildi. Ancak 1980’lerden başlayarak 2000’lerin başına kadar dünyayı kurtarmanın kendi işleri olmadığı, Üçüncü Dünya halklarına çok acı deneyimlerle öğretilmişti. Onlara düşen, bu azgın küresel dalgada kendi gemilerini kurtarmalarıydı. Yükselen gökdelenlerin etrafındaki varoşlarda açlık sınırında yaşam mücadelesi veren yoksullar da dünyayı kurtarmaya soyunmadılar yıllar boyunca. Onların hikayeleri, insan ticaretinin, kapkaç olaylarının, töre cinayetlerinin, mutsuz evliliklerin ve intiharların gazete haberlerine yansıyan satır aralarında kaldı. 21. yüzyılın miti küreselleşmenin aslında spekülatif sermaye akınlarının önündeki ulusal bariyerlerin yıkılması olduğu, günümüzde yaşanan bunca çöküş ve yıkımdan sonra bile anlaşılmış değil. Küreselleşmenin “nimetleri”nden yararlanma şansı olmayan kalabalık yoksul kitleler, büyük bir hızla ortak dünya kültüründen kopup, kendi küçük cemaat kültürlerinin içine hapsoluyor ve bu küçük yaşam alanlarının boğucu atmosferinde ancak trajik insan hikâyelerinin konusu olabiliyorlar.

2000’lerin başında bir dizi reklam filminde karikatürize edilen tipler, çalışkan Selo’ya “boşver be Selo, dünyayı sen mi kurtaracaksın?” diyordu. Selo, hiç bir fedakârlıktan kaçınmaz ve gece gündüz çalışırken, ellerindeki tespihi aylak aylak sallayarak dolaşan “ayak takımı” günler ve geceler boyunca reklam fragmanlarında bu cümleyi sarf etti. Sürü psikolojisinin aynası reklam filmleri böylece bize dünyayı kurtarmanın kimin işi olduğunu da öğretiyordu.

Dünyayı Kurtaran Adam, içerdiği her türlü acayiplikle tipik bir B dalgası ürünüydü: Met’de dünyayı kurtarma idealleri zirveye çıktıktan sonra, cezir başlangıcındaki uçuk bir nostalji. Dalga geri çekildikçe bireysel kurtuluş umutları içinde Dünyayı Kurtaran Adam da marjinalleşti. Cezir’in en durgun anında kazananlar, “tarihin sonu” nun geldiğini ilan ettiler. Bir kaç yıl bile geçmeden görüldü ki, tarih hep benzer tekrarlarla doluymuş. Yeni Çağ inancı güneşin en tepede olduğu zamana ait bir yanılsama, karanlığın en koyu olduğu zaman da güneşin doğuşuna en yakın zamanmış.

Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da, Afganistan’da petrol kokusu ile karışmış kanlı et pazarından yükselen insan çığlıkları bize bir kez daha gösteriyor ki, ne tarihin sonu geldi, ne de dünyayı kurtarma ideallerinin.

Tuncer Şengöz

www.sosyonomi.com sitesinden izinle alıntılanmıştır.