Mağaradakiler
  • Travel
Tag:

toplum

Genel

Değerlerin Yok Oluşu

by Mustafa Sevimli 13 Haziran 2015

Cervantes, Don Kişot’un sürekli kötü kitaplar okumaktan, en sonunda aklını yitirip yollara düştüğünü anlatır. Gencinden yaşlısına azımsanamayacak kadar önemli bir toplum kesimimiz ise, özellikle son yirmi beş yıldır kötü programlar seyretmekten aklımızı yitirmiş gibiyiz. Avrupa ve Amerika’da sanayi devrimiyle birlikte başlayan yaşam tarzı değişimi ve bunu takip eden ahlaki çözülmenin bizdeki yansıması, kitle iletişim araçlarının hayatımızdaki yeriyle orantılı olarak ivme kazandı. Televizyonu, telefonu, interneti doğru kullanamadık. Değişim dedik, özgürlük dedik, her değişim iyi midir? Her yenilik baş tacı mıdır? Özgürlük nedir? Sınırı nerededir? Düşünmedik. Kavramları işimize geldiği gibi yorumladık. Yıkıcı değişimi ve sahte özgürlüğü, toplumsal bir histeri nöbetine tutulmuşçasına benimsedik.

Dikte edilen sözde özgürlüğün aslında bir kandırmaca olduğunu gözden kaçırdık. Medya kuruluşları gündemimizi belirlerdi, modacılar ne giyeceğimizi. Ne okuyacağımıza “best seller” listeleri karar verdi, ne dinleyeceğimize “top 10” listeleri. Birileri düğmeye bastı tencere tava çaldık, bir başkası düğmeye bastı ışıkları söndürdük. Bedenimizin özgürlüğe koştuğunu zannederken, ruhlarımızın esaretini fark edemedik.

Modern insanın iki büyük manevi hastalığı; bencillik ve saygısızlık. Okullarımızda bencilliği öğretiyoruz. Eğitim sistemimiz, öğrencilere bir soru fazla yaparsa 10.000 kişiyi daha eleyebileceğini öğretti, fakat paylaşmayı öğretmeyi unuttu. Veliler, “benim çocuğuma kimse dokunamaz” edasıyla okullarda gövde gösterisi yaparlarken, toplumsal iyi niyetimizi kaybettiğimizi kimse sorgulamadı. Saygı ve nezaket kavramlarını yok ettik; “beyefendi”, “hanımefendi” gibi hitapların yerini “usta”, “dayı”, “bayan” gibi avam hitaplar aldı. Televizyon dizilerinde; çocuklara, kendinden yaşça büyük insanlara isimleriyle hitap ettirmeyi modernlik saydık. Bencillik, saygısızlık ve ahlaki çözülme XIV. Yüzyıl Avrupa’sının vebasından daha hızlı yayılıyor. Değerlerin ve değer yargılarının alt üst edildiği, paranın mihenk taşı olarak kabul edildiği bir toplum yapısına doğru hızla evrimleşiyoruz.

Sorunların çözümü için toplumsal uzlaşı sağladık: eğitim dedik. Diğer taraftan da okulu ticari işletme, öğretmenleri hizmet verenler, öğrenci ve veliyi müşteri olarak gördük. Öğretmeni, eğitimin etkisiz elemanı haline getirdik. Eskiden öğretmenin ay sonuna yetmeyen maaşı, onuru ve bir de saygınlığı vardı. Okullarımız işletme, öğretmenler de işletmenin elemanı olduğundan beridir, geriye ayın ortasına yetmeyen maaşı ve onuru kaldı eğitimcilerin. Saygınlığını da kaybetti öğretmenlik mesleği. Saygının yok edildiği bir toplumda saygınlık nasıl olacak?

İnsan ilişkilerinde içtenliği ve samimiyeti unuttuk. Arkadaşlıklar ruhsuz ve soğuk. Teşekkür ediyoruz minnet duymuyoruz. Anaokuluna giden çocuğumuz teşekkür etmeyi öğrendi sevindik. İçtenlikle mi? Yoksa bir görevi yerine getirmiş olmak için mi? Sorgulamadık. Modern insanın özelliklerinden birisi bu; görünüşle ilgilenmek. İçerik ya da mahiyet; üvey evlat. Anlayış ve kavrayışımız yüzeysel, algılarımız derinlikten yoksun. Niceliğin niteliğe, maddenin manâya tercih edildiği bir garip çağ.

Aşkları geçici heveslere, evlilikleri paraya kurban ettik. Çocuk sevgisini abarttık, her istediğine sahip olmaya alışmış doymak bilmez nesiller yetiştirdik. Bilim, sanat ve fikir üretmedik, üretene de değer vermedik. Tüketimle övünmeyi marifet saydık. Pahalı telefonlarımızla, gösterişli kıyafetlerimizle, etrafımızdaki insanların ilgi odağı olmak gururumuzu okşadı. Ruhumuzu doyurduğumuzu zannederken nefsimizi besledik. Sofralarımızın ihtişamı, aç komşularımızı görmeye engel oldu. Dikkat çekmek, önde olmak, ilgi odağı olmak düstur oldu. Egomuz öylesine semirdi ki, dünyanın etrafımızda döndüğüne inanmaya başladık.

Elimde bir kitap var, “Bir facianın Hikâyesi”, yazarı Cemil Meriç. “Bir Çağın Otopsisi” başlığı altında kapitalist dönemi masaya yatırıyor üstat.  Bir iktisatçının, Werner Sombart’ın “Alman Sosyalizmi” adlı eserini inceliyor. Sombart yalnız iktisatçı değil, sosyolog, tarihçi ve şair. Eser ne yazık ki dilimize çevrilmemiş. Görüşlerini Meriç üstadın yorumuyla dinleyelim.

“…kapitalist dönemin kötü yönü ne politikası, ne iktisadiyatı. İnsan, mukaddeslerinden koparılmış, maddî hazlar peşinde koşmağa mahkûm edilmiştir…

…Gördüklerimizi Şeytan’ın işi diye vasıflandırmaktan başka çıkar yol yok. Mavera* inancını yıktı Şeytan. İnsanları kibirlerinden yakaladı…

…Geçen asırda önemli sayılabilecek siyasî karışıklıklar yok. Fakat mutlu bir içtimaî düzen, temelinden yıkıldı. Baba ocağından kovuldu insanlar. Ya sokağa döküldüler, ya gecekondulara sığınmak zorunda kaldılar.

…Aile topluluğu çöktü, ev diye bir şey kalmadı. Kadınlar pazarda iş aramağa başladılar. Feminizm eskiden hayatını evinde kazanan kadınlara pazarlarda iş bulma davasıdır…

…Değerin biricik temeli, biricik ölçüsü: Servet. Tek mertebeler dizisi var: Gelire ve sermayeye dayanan hiyerarşi. Değer adına ne varsa, büyüsünü kaybetti. Daha doğrusu, tek hikmet-i vücudu kaldı: Para kazanmak. Malı mülkü olmayan hiçtir. Aydın, hatırı sayılır geliri varsa itibar görür…” (Cemil Meriç, Bir Facianın Hikâyesi, Umran Yayınları, Ankara, 1981, s.3-8.)

Sombart’ın tespitleri, Avrupa ve Amerika’da olup bitenleri anlatabilmek için 1934 Almanya’sında kaleme alınmış olmasına rağmen, ülkemiz dâhil günümüz dünyası için yazılmış kadar taze. Bize fazla söz bırakmıyor. Feryadımızı duyanlara, duymak isteyenlere, bir zamanların çok bilindik ilan cümlesiyle seslenelim.

İnsanlığımızı kaybediyoruz hükümsüzdür!

Mustafa İ. Sevimli


*Mavera: Görülen, yaşanan âlemin ötesi. Ahiret hayatı.

13 Haziran 2015 4 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Seçimler, Duygusal Aşırılıklar ve Entropi

by Mustafa Sevimli 20 Haziran 2011

Bir seçim dönemini henüz tamamladığımız şu günlerde, sokaklardan zihnimde en çok yer eden; alabildiğine gürültülü, çevreyi kirleten, insan toplum ve çevre sağlığını ihmal eden bir anlayışın öne çıktığı manzara oldu.

Ne yazık ki toplum olarak fazla coşkulu ve gürültülü yaşıyoruz. Bu, belki de sosyonomi* analistlerinin, kitlesel trendin beşinci ve son yükseliş dalgasında gözlenen manik depresif psikozun mani evresi olarak tanımladıkları kitlesel ruh halinin bir göstergesi. Ancak açıklaması her ne olursa olsun, mevcut coşkulu ve gürültülü yaşam tarzımızın sağlıklı bir kitlesel ruh halini yansıtmadığı kuşkusuzdur.

Seçim kampanyalarından asker uğurlamalarına, mağaza açılışlarından galibiyet kutlamalarına, düğünlerden davetlere kadar pek çok etkinlikte; korna, havai fişek, müzik aletleri, insan çığlığı ve envai çeşit ses çıkarabilen araçların kullanımı yanında, yol kapatma, geçişleri engelleme gibi abartılı coşku ve toplumsal duygusal aşırılıklar, gündelik yaşamın bir parçası haline gelmiş durumdadır.

Büyük şehirlerimiz, giderek artan trafik yoğunluğu, kalitesiz yakıt kullanımı ve sanayileşme gibi nedenlerle zaten fazlasıyla gürültülü, havası kirli ve sağlıksızken, ilave olarak insan sağlığını ve bireyin mevcudiyetini tehdit eden davranış kalıplarının toplumumuzda yer etmesi; yaşam kalitesi yüksek, huzurlu ve sağlıklı kent hayalimizi giderek daha ulaşılmaz yapmaktadır.

Konuya sistem yaklaşımı çerçevesinden bakarsak; sosyal bir sistem olan toplum, diğer bütün sistemler gibi zamanla yıpranma, bozunma, düzensizleşme eğilimindedir. Diğer bir ifadeyle içinde yaşadığımız toplumda entropi** sürekli artmaktadır. Bu süreci tamamen durdurmak mümkün değilse de en azından yavaşlatmak elimizdedir. Bu ise negatif entropi oluşturmak, bir anlamda sisteme enerji vermekle mümkündür. İnsan ve çevre sağlığı, toplumsal kurallar, trafik, doğayı koruma vb pek çok konuda gerekli yasaların çıkarılması, uygulanması ve toplumsal bir bilincin oluşturulması, bu kapsamda yapılabileceklerden ilk akla gelenlerdir.

Yöneticilerin ve yetkililerin konuya gereken hassasiyeti göstereceklerini, gerekli yasaların çıkarılacağını ve ivedilikle uygulamaya geçirileceğini ümit ediyoruz

Mustafa İ. Sevimli

*Konu hakkında daha geniş bilgi için bkz. Şengöz, Tuncer (13 Nisan 2011). Komedyenler, Komik Haller, Dalga Karakteri. Erişim: 13 Haziran 2011 [www document]. URL http://blog.sosyonomi.com/?paged=8

** Bir sistemin düzensizlik derecesinin ölçüsü

20 Haziran 2011 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Kuresellesme Nedir
Ekonomi

Küreselleşme Nedir?

by Mustafa Sevimli 21 Aralık 2010

Küreselleşme, etkileri ikinci dünya savaşını takip eden on, on beş yıl içinde hissedilmeye başlanmış ve günümüzden yaklaşık otuz yıl kadar önce de kavram olarak dünya gündemine girmiş bir olgudur. Bununla beraber; küreselleşme terimi üzerinde, araştırmacılar arasında genel kabul görmüş bir tanımlama yapmak pek de mümkün olmamıştır. Bunun nedeni ise, konuyu ele alan araştırmacıların temelde iki farklı yaklaşıma sahip olmalarıdır. Güvenç bu yaklaşımları şöyle özetler.[1]

Birinci yaklaşım, küreselleşme terimini bir kavram olarak görür. Diğer bir deyişle, küreselleşmeyi; somut bir olguyu, kuram düzeyinde bilimsel olarak yansıtan bir ifade olarak görür.

İkinci yaklaşım ise, küreselleşmeyi ideolojik bir görüşün ifadesi olarak kabul eder. Bu yaklaşım, küreselleşmeyi ya yanında olunacak ya da karşısında tavır alınacak bir ideolojik etken olarak görür.

Güvenç’e göre, kürselleşmeyi ideolojik bir etken olarak gören yaklaşım, bilimsel düşünceye terstir. Çünkü ideolojik bir etken olarak sunulduğunda, küreselleşme; belli bir ideolojinin ve/veya belli birkaç devletin irâdi olarak tasarlayıp yürürlüğe koyduğu bir politikaya indirgenmiş olur. Oysa küreselleşme, söz konusu etkenlerin bir sonucu olmayıp, onları da aşan bir tarzda uluslararası ekonominin seyri içinde, kapitalist ekonomik sistemin kendi dinamiği ile vardığı bir aşamadır. Bu aşama, halen devam etmekte olduğundan hem gözle görülebilir bir somut olgu, hem de canlılığını koruyan bir dinamiktir.

Bu çalışmada, küreselleşmeyi bir olgu ve bir dinamik olarak ele alan yaklaşım baz alınarak küreselleşme kavramı ve küreselleşmenin boyutları irdelenmeye çalışılacaktır.

Küreselleşme Nedir?

Alvin Toffler, insanlığın günümüze kadar geçirdiği iki büyük değişim dalgasından bahseder.[2] Birinci değişim dalgası; tarımın bulunmasıyla başlayan tarım devrimidir. Bu dalga uygarlığı yaklaşık olarak 1650-1750 yıllarına kadar sürmüştür. İkinci değişim dalgası; 17.yüzyılın sonlarında Avrupa’da başlayan sanayi devrimidir. Bu dalga, İkinci Dünya savaşının sona ermesinden kısa bir süre sonra her bakımdan zirveye ulaşmışken Dünya üzerinde büyük değişimler başlatan fakat ne olduğu günümüzde dahi tam anlamıyla çözümlenememiş olan üçüncü dalga başlamıştır. Üçüncü dalga ile birlikte, ikinci dalga uygarlığının klâsikleri arasında yer alan kömür, çelik, dokuma, otomotiv, lastik gibi endüstrilerin yerini, daha ileri bilgi ve teknolojiye dayalı hizmetler sektörü almaya başlamıştır. Bunların ortaya çıkışı ise, yarı iletken elektroniği, enformasyon kuramı, moleküler biyoloji, ekoloji ve uzay bilimleri gibi yeni bir takım bilim dallarının bir araya gelerek gerçekleştirdikleri bir hamle ile mümkün olmuştur.

Günümüzde bu olgu, etkileri ve kapsadığı alanlar dikkate alındığında çok daha fazla hissedilmektedir. Eğitimden bilime, politikadan sanata, ekonomiden organizasyon yapılarına kadar hayatın hemen her alanında hızlı ve büyük değişimler görülmektedir. Üstelik, 90’lı yıllarda ortaya çıkan yeni bir trend, Toffler’in hizmetler sektörüne alternatif yeni bir stratejik sektörün ortaya çıktığını göstermektedir. Yeni ekonomi olarak da adlandırılan bu sektör bir anlamda “yüksek teknolojilere dayalı hizmetler sektörü”[3] olarak da tanımlanabilir. Bu süreçte bir başka ilginç nokta ise, söz konusu değişimlerin hızının da zaman geçtikçe geometrik olarak artmakta olduğudur. Bütün bu gelişmeler sonucunda; ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel bir dinamik olarak küreselleşme, dünya gündemindeki yerini almıştır.

Küreselleşme kavramının bu güne kadar pek çok tanımı yapılmaya çalışılmıştır. Ancak daha önce de değinildiği gibi, araştırmacıların konuya bakış açılarının farklı olması; bir tanım üzerinde görüş birliğine varılmasını pek de mümkün kılmamıştır. Tanımlamadaki bir başka handikap ise, küreselleşme kavramının çok yönlü, karmaşık ve dinamik bir olgu olduğu gerçeğidir. Yine de, konuya bilimsel çerçevede bakan bazı araştırmacılar tatminkâr tanımlamalar yapmaya çalışmaktadırlar.

Bu bağlamda Güvenç küreselleşmeyi şöyle tanımlar;[4]

“Küreselleşme: hangi alanda olursa olsun ekonomiden sanata, bilimden iletişime, herhangi bir çalışmada, üretimde, yapımda; dünya çapında geçerliliği, ağırlığı, öncülüğü olan normların, ölçütlerin dikkate alınması veya etkili hale gelmesi, benimsenmesi; dünyaya açılarak yerelliğin, ulusallığın reddedilmeksizin dışına çıkılması ve evrensellikle bağdaştırılması, birleşilmesidir.”

Giddens’a göre ise;[5] küreselleşme, ancak zaman ve mekân bağlamında açıklanabilir. Modern zamanlar öncesi, toplumlar birbirlerinde zaman ve mekân açısından uzaktı ve iletişim sınırlıydı. Günümüzde ise, yerel ve küresel olan formlar ve olaylar tüm toplumları etkilemektedir. Giddens küreselleşmeyi

“Zaman ve mekân açısından birbirinden uzakta gelişen olayların yerel oluşumları etkileyebilmesi ve bu yolla küresel ölçekte sosyal ilişkilerin yoğunlaşması”

olarak tanımlamaktadır.

Giddens küreselleşmenin dört boyutta düşünülmesi gerektiğini öne sürer;[6]

-Kapitalist dünya sistemi,

-Ulus-devlet sistemi,

-Dünya askeri sistemi,

-Uluslararası işbölümü.

Giddens’a göre, küreselleşmenin birinci boyutu kapitalist dünya ekonomisidir. Buna göre dünya düzeni siyasi değil iktisadi bir özellik taşımaktadır, bu kapitalizmdir. Dünya ekonomisi ticaret, sermaye ve üretim ilişkileri açısından bütünleşmiştir. Sistemde merkez ve uydu ülkeler vardır. Küreselleşmede belirleyici olan sistemdir, kapitalizmdir. Çünkü kapitalizm doğası gereği mekânını büyütmektedir. Ülkelerarası ekonomik gelişme farkları da dünya kapitalist sisteminin sonucudur. Ulus-devlet sistemi küreselleşmenin ikinci boyutudur. Giddens’a göre ulus-devlet küresel siyasi düzenin en önemli üyesidir. Çünkü ulus devletler bölgesel ve küresel siyasetin yürütülmesi ve düzenlenmesinde rol alırlar. Ancak ulus-devletin etkin olabilmesi o devletin refah düzeyi ve askeri gücüyle sınırlıdır. Küreselleşmede ulus-devlet etkin rol almaktadır. Küreselleşmenin üçüncü boyutunu ise dünya askeri düzeni oluşturmaktadır. Askeri gücün küreselleşmesi, silahlanma ve birden fazla ülkenin askeri ittifak kurmalarıdır. Böylece belirli bir bölgede yaşanan çatışma küresel sorun haline gelebilmektedir. Küreselleşmenin dördüncü boyutu ise küresel işbölümüdür. Küresel işbölümü emek, sermaye ve doğal kaynakların nitelik ve niceliğine göre şekillenmektedir.

Mahçupyan ise, küreselleşmeyi bir tür standartlaşma olarak görür ve küreselleşmeyi üç boyutta inceler;[7]

-Ekonomik boyut

-Siyasi boyut

-Kültürel boyut

Mustafa İ. Sevimli

Araştırmamızın devamı niteliğindeki “Küreselleşme Nedir? -Ekonomik Boyut” isimli makalemiz sitemizde yayımlanmıştır.


[1] Nazım Güvenç, Küreselleşme ve Türkiye, BDS yayınları, İstanbul, 1998, s.13-14.

[2] Alvin Toffler, Üçüncü Dalga, çev. Ali Seden, Altın Kitaplar, İstanbul, 1996, s.26-43.

[3] Numan Kurtulmuş, Sanayi Ötesi Dönüşüm, İz Yayıncılık, İstanbul, 1996, s.21.

[4] Güvenç, a.g.e., s.318.

[5] İsmail Gökal, “Global Değişim, Stratejik Ticaret Politikası Ve Türkiye İçin Bir Ticaret Senaryosu,” http://www.foreigntrade.gov.tr/ead/DTDERGI/nis97/4.htm’den A. Giddens, The Consequences of Modernity, Polity, Cambridge, 1990.

[6] Gökal, a.g.e.

[7] Ebru Güzelcik, Küreselleşme ve İşletmelerde Değişen Kurum İmajı, Sistem Yayıcılık, İstanbul, 1999, s.24’den, Etyen Mahçupyan, “Küreselleşme,” İktisat Dergisi, İÜ İktisat Fakültesi Mezunları Cemiyeti Yayını, İstanbul, sayı.362, (Aralık 1996), s.31-37.

21 Aralık 2010 1 comment
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Dünyayı Kurtaran Adam

by Magaradakiler 19 Kasım 2010

“Uzay çağı geçmiş, zaman ve yaşam galaksi çağına ulaşmıştır. Yüz binlerce yıl geride kalmış, dünya ve gezegenler sistemi uzayda galaksi sistemine dönüşmüştür. Medeniyetler, tarihler geride kalmış, insanlar ilk çağlardaki gibi basit yaşamla yetinmeye başlamışlardı ve bütün güçleriyle ölümsüzlüğü bulmak, devamlı yaşamı sağlamak için amansız bir çalışma ve mücadeleye girişmişlerdi. Bu çağlarda dünya milletleri, medeniyetleri, ırkları, dinleri ayrı devletler halinden çıkıp tek bir varlık haline geldiler. Tek bir dünyalının yaşayışları ve kavimleri galaksi çağının dünya insanlarını meydana getiriyordu. Dünya çılgın bir nükleer silahlanmanın sonucu olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmişti. Dünya bu gibi tehlikeleri bir kaç kez geçirmiş, hiçbir kuvvet dünyayı yok edememiş fakat dünya bazı zamanlarda parçalara ayrılmış, dünyadan kopan parçalar uzayda meteor taşları haline gelmişti.

Bazı gezegenlerde hayat devam etmekte, yaşam sürmekteydi. ama nükleer savaş çok hızlanmıştı. Hükmetmek, daha güçlü olmak için bu güzel, mutlu dünya delice parçalanırken birden gizli ve çok güçlü bir düşmanla karşı karşıya kalındı … Dünyalılar toplandılar, kavimler biraraya gelip çare aradılar. Tek çare düşmanı bulup savaşmaktı. En güçlü, en büyük iki Türk savaşçısı ve diğer dünyalılar uzaya açılıp, bilinmeyen düşmana savaş ilan ettiler.” (Dünyayı Kurtaran Adam, Açılış konuşması)

Giriş cümlelerinden finaline, afişinden bugüne kadar gördüğü olağanüstü ilgiye kadar her yönüyle acayip bir filmdir Dünyayı Kurtaran Adam. 1982 yılında çevrildiğinden beri 24 yıl geçmiş olmasına rağmen hala konuşuluyor, tartışılıyor olması da Yeşilçam için ilginç bir satırbaşı olsa gerek. Bin bir acayiplikle dolu bu filmin herhangi bir sinema değeri taşıyıp taşımadığı konunun uzmanlarının ilgi alanına giriyor. Oysa filmin adından zamanlamasına kadar pek çok unsur, geçmişi, bugünü ve yarını anlamak bakımından bizlere oldukça ilginç ipuçları veriyor.

Her şeyden önce, filmin isminden başlayalım. Dünyayı bir tek adamın kurtarabilmesi düşüncesi başlı başına bir ilginçlik. Daha da önemlisi, birilerinin böyle bir işe soyunmuş olması. Ne demek “dünyayı kurtarmak”? Özellikle de günümüz genç kuşakları için oldukça anlamsız bir kavram bu. Çünkü onlar ağabeylerinin ablalarının aksine, rakı sofralarında bile olsa hiç, bırakın dünyayı, memleketi bile “kurtarmadılar”. Derin sosyo ekonomik analizlerle başlayıp, coşku selleri ile biten sohbetler hiç yapmadılar. Bu nedenle de bir önceki kuşağın, bu ritüelimsi birlikteliklerini hiç anlayamadılar. Bir kaç on yıllık zaman dilimi ile ayrılan iki kuşak, bu “kurtarma” sendromları nedeniyle birbirine hep kuşku ve yadırgama ile baktı bu yüzden.

Bir önceki kuşak, Malatya serdarı Battal Gazi rolündeki Cüneyt Arkın’ın tek başına Bizans’ı fethettiği filmler ile büyümüştü. Daha küçük yaş kuşağındakiler bu filmleri tebessüm ve alayla izledi. Daha sonra gelenler ise en basit insani tepkileri bile vermediler. Çünkü “acayipliğin” de bir sınırı olsa gerekti. Bu nedenle idealler ve bir şeyleri bir şeylerden kurtarma heyecanları kuşaktan kuşağa söndü gitti. Bu, sadece değişen sosyal çevrenin bir sonucu değildi. Aynı zamanda algıyla ilgili bir şeydi. Yakın kuşakların algısında, eğer kurtarma, kurtulma söz konusu ise, bu bireysel olmalıydı. Çünkü gemisini kurtaran kaptandı, her koyun kendi bacağından asılırdı. Bir önceki kuşak da, zaten zaman içinde dünyayı, memleketi kurtarmaktan vazgeçti. Topyekûn vahşi bir cangıla dalıverdi herkes, birbirini eze eze.

Peki, bu algısal değişim içinde 1982 tarihli Dünyayı Kurtaran Adam nereye oturuyor? 16 Ocak 2005 tarihli Not Defteri’nde, 70’lerin ortalarında iyimserlik dalgası zirve yaparken, o günlerin ruh halini ifade eden bir şarkının yükselmekte olduğuna dikkat çekmiştim: Hayat Bayram Olsa. İyimserlik dalgasının son haykırışıydı bu şarkı. Hemen hemen aynı günlerde dillerde dolaşan bir başka şarkı ise daha o günlerde, yaklaşmakta olan çöküşün sinyallerini veriyordu: Batsın Bu Dünya. Hayat Bayram Olsa ile Batsın Bu Dünya’nın savaşını ikincisi kazandı. Hayat bayram olmadı, tam tersine, dünya “battıkça battı”. Çünkü 1950’lerin ortalarında filizlenen ve kendisini müthiş bir pop patlama ile hissettiren iyimserlik ve coşkunluk dönemi, ömrünü tamamlamak üzereydi. Dalganın ilk şoku, kendisini öfkeli bir çatışma kültürü ile hissettirdi. İlk şok 1980’lerin başında sona ererken, önce Hayat Bayram Olsa marjinalleşmişti. Kendisini oldukça aşırı görüntülerle hissettiren olumsuz ruh hali dalgasının ilk medi geçici olarak geri çekilirken, cezirde kısa süreli bir toparlanma ile beraber “uçuk” ve temelsiz bir iyimserlik yeniden hâkim oldu.

Bu tip, çok daha derinlere gidecek düşüşlerin ilk tepki aşamasında iyimserlik, öncekinden de güçlü bir şekilde geri gelir. Finansal grafiklere, tepki yükselişleri olarak yansıyan bu görüntülere teknik terimlerle geri dönüş çabası diyoruz. Bu çabalar başarısız kalmaya mahkûmdur. Çünkü uzun sürmüş iyimserlik dönemlerini her zaman, uzun sürecek kötümserlik dönemleri izler.

1980’lerin ortalarına doğru yaşanan geçici iyimserlik de başarısız bir geri dönüş çabası idi. Bu başarısız geri dönüş çabası, kendisini bir takım pop unsurlarla ifade ediyordu. İşte Dünyayı Kurtaran Adam da, bu temelsiz ve uçuk iyimserliğin en uç ifadelerinden biriydi. Geçmişin Battal Gazi’si, artık memleket filan değil, resmen dünyayı kurtarmaya soyunmuştu. Bu vurgudaki bir film bile, iyimserliğin abartılı dozunu anlatmaya yeterdi. Dünyayı kurtaran Cüneyt Arkın’ı izleyen kitlelerin duyguları hayatın diğer alanlarında da görünür oldu. O günlerde yükselen “çağ atlama” klişesi, hastalık salgını gibi yayıldı. Çağ atlandığını zanneden kitleler, sürüler halinde bankerlere hücum etti. Daha sonraki yıllarda da etkisini sürdürecek bir borçlanma ve aşırı tüketim çılgınlığı yaşandı. Ölçüsüz, kuralsız bir çoşkunlukla herkes atlanan çağa uygun davranış kalıpları oluşturmaya başladı.

Bu dönemde, küresel olarak da yeni bir sayfa açılıyordu. Batı metropollerinde 1970’lerin bunalımları sona ermiş, Yeni Sağ’ın karizmatik liderlerinin öncülüğünde iyimserlik ve kendine güven geri gelmişti. ABD’de Ronald Reagan, İngiltere’de Margaret Thatcher, Almanya’da Helmut Kohl, 1980’lerde yükselen liberal-muhafazakâr değerlerin sembolleri oldular. Ana borsa endeksleri yeni zirvelere yönelirken yavaş yavaş neo-liberalizmin bayrağı yükseliyordu. 1970’lerin protest gençleri hızla sahneden çekildiler. Onların yerini aşırı bireyci ve tüketim tutkunu gençler aldı. Sinemada korku ve dehşet filmleri, pop müzikte kısa bir süre için parlayıp sönen Punk-Rock dönemi sona erdi. Sinema salonlarını sulu Holywood filmlerini izlemeye gelen gençler doldurdu. Artık pikapların yerini kasetçalarlar almaya, müzik setlerinden gürültülü Rock müziği değil, Michael Jackson ve Madonna’nın pop müziği yükselmeye başlamıştı. Kent meydanlarından çekilen uzun saçlı ve isyankâr gençlerin yerini lüks arabalar, abartılı bir gösteriş tutkunluğu ve yeniden başlayan futbol, basketbol ve beyzbol çılgınlığı aldı.

Bu dönemde kötümserlik trendleri zayıfladı. Pop kültürde de olumsuz ruh halini simgeleyen unsurlar gerilemeye başladı. Her ne kadar sinemaları komedi filmleri, ekranları salon komedisi diziler istila ettiyse de, kitap dünyasında hala en çok satanlar Tom Clancy’nin kurgu savaş romanları ve Stephen King’in korku romanlarıydı. 1970’lerin sonunda disco müziğinin Hard Rock ve Progressive Rock’ın saltanatına son vermesinin ardından yetişen yeni nesil Rocker’lar, abileri kadar olmasa da sisteme eleştirel tavırlarını sürdürdüler. 1980’lerin ortalarında doğan New Wave of British Heavy Metal, Iron Maiden, Judas Priest, Dio, Motörhead gibi Rock tarihinin en büyüklerini yetiştirdi. Thrash Metal ismi verilen türde ise Metallica, Megadeth gibi grupların yıldızı parladı. On yıl geçtikten sonra da Rock bir yaşam biçimiydi, ancak Yeni Sağ, pop müzikte olduğu gibi yeni jenerasyon Rocker’larda da etkilerini gösteriyordu. NWBHW’in ünlü gruplarından Saxon’da ve konserlerinde, poster ve afişlerinde İngiliz bayrakları eksik olmayan Iron Maiden’da bu vurgu iyice gözle görünür olmuştu. 1970’lerin afro saç modası geride kalmış, yavaş yavaş dazlaklık modası yükselmeye başlamıştı. Irk ayrımcılığını protesto eden siyah atletlerin yerini ise Amerikan bayrakları sallayan siyah atletler almıştı. Artık her şey gösteri dünyasının bir parçası olmuştu.

Yeni Sağ politikaların desteğinde yükselen neo-liberalizm Üçüncü Dünya’nın üzerine kelimenin tam anlamıyla bir kâbus gibi çöktü. Latin Amerika’da meşru yönetimlerin yerine gelen askeri yönetimler senelerce insanlık suçları işledi ve ülkelerini uluslararası sermayenin talanına açtı. Bu talanın sonucunda 2000’lerin başında ağır ekonomik çöküşler yaşandı, Latin Amerika halkları açlık sınırına geriledi. Ortadoğu’da Arap milliyetçiliği kesin bir yenilgiye uğratıldı ve Arap cephesi bölündü. Yıllarca savaşan İran da Irak da, savaş bittiğinde yoksulluk batağına saplanmıştı. Irak’ta on yıllar sonunda Saddam rejimi çöktüğünde, çöküntünün altından Ortaçağ mezhep bölünmeleri çıktı. Afrika yoksulluğa ve açlığa mahkûm oldu. Kanlı iç savaşlarda yüz binlerce Afrikalı yaşamını yitirdi. Afrikalı açlar sadece yirmi yılda bir düzenlenen Live Aid konserlerinde akla geldi. Afganistan’da on yıllar süren insanlık trajedileri yaşandı. Çöken Sovyetler Birliği’nin insan malzemesi uluslararası insan ve organ mafyalarının ellerine teslim edildi. Fuhuş pazarı, milyarlarca doların döndüğü bir kazanç kapısı oldu. Uzak Asya’nın kaplanları  uluslararası arenada şirket ve holding ittifakları ile ayakta kaldı. 1990’larda sözü edilen Asya mucizesi 90’ların sonundaki ekonomik, finansal krizle söndü. 2000’lerin başında dillere pelesenk olan Çin ise uluslararası pazara bedava insan emeğinin ürünlerini pazarlarken, insan hakları ihlallerinde ilk sıralardan hiç düşmedi.

Dünyayı Kurtaran Adam’ın ortaya çıktığı tarihsel dönemin çok kısa bir özeti bu. Dünyayı Kurtaran Adam, “Gerçekçi ol İmkansızı İste” diyen bir kuşağın orta yaşlılık dönemi ile, aynı kuşağın yönetimlerde başrolü oynadığı, “Gemisini Kurtaran Kaptan” döneminin tam ortasında uçuk ve temelsiz bir iyimserlik dalgasının ürünü olarak kendisine ancak dünyanın en saçma filmleri listesinde yer bulabildi. Gelişmiş teknolojisi ve uluslararası pazarlama olanakları ile Batı’nın propaganda aracı Holywood, tüm Üçüncü Dünya’ya, dünyayı kurtarmanın onların işi olmadığını haykırdı yıllar boyunca. Cüneyt Arkın’ın çok haklı olarak işaret ettiği gibi, gişe rekortmeni Holywood filmlerindeki abartılı saçmalık, Battal Gazi, ya da Dünyayı Kurtaran Adam filmlerinden daha ölçülü değildi. Amerikan milliyetçiliğinin kaba aktörleri olan Rambo’lar, Rocky’ler, Scwarzenneger’ler, Van Damme’lar Cüneyt Arkın’ın tiplemelerinden daha gerçekçi değildi. Ancak 1980’lerden başlayarak 2000’lerin başına kadar dünyayı kurtarmanın kendi işleri olmadığı, Üçüncü Dünya halklarına çok acı deneyimlerle öğretilmişti. Onlara düşen, bu azgın küresel dalgada kendi gemilerini kurtarmalarıydı. Yükselen gökdelenlerin etrafındaki varoşlarda açlık sınırında yaşam mücadelesi veren yoksullar da dünyayı kurtarmaya soyunmadılar yıllar boyunca. Onların hikayeleri, insan ticaretinin, kapkaç olaylarının, töre cinayetlerinin, mutsuz evliliklerin ve intiharların gazete haberlerine yansıyan satır aralarında kaldı. 21. yüzyılın miti küreselleşmenin aslında spekülatif sermaye akınlarının önündeki ulusal bariyerlerin yıkılması olduğu, günümüzde yaşanan bunca çöküş ve yıkımdan sonra bile anlaşılmış değil. Küreselleşmenin “nimetleri”nden yararlanma şansı olmayan kalabalık yoksul kitleler, büyük bir hızla ortak dünya kültüründen kopup, kendi küçük cemaat kültürlerinin içine hapsoluyor ve bu küçük yaşam alanlarının boğucu atmosferinde ancak trajik insan hikâyelerinin konusu olabiliyorlar.

2000’lerin başında bir dizi reklam filminde karikatürize edilen tipler, çalışkan Selo’ya “boşver be Selo, dünyayı sen mi kurtaracaksın?” diyordu. Selo, hiç bir fedakârlıktan kaçınmaz ve gece gündüz çalışırken, ellerindeki tespihi aylak aylak sallayarak dolaşan “ayak takımı” günler ve geceler boyunca reklam fragmanlarında bu cümleyi sarf etti. Sürü psikolojisinin aynası reklam filmleri böylece bize dünyayı kurtarmanın kimin işi olduğunu da öğretiyordu.

Dünyayı Kurtaran Adam, içerdiği her türlü acayiplikle tipik bir B dalgası ürünüydü: Met’de dünyayı kurtarma idealleri zirveye çıktıktan sonra, cezir başlangıcındaki uçuk bir nostalji. Dalga geri çekildikçe bireysel kurtuluş umutları içinde Dünyayı Kurtaran Adam da marjinalleşti. Cezir’in en durgun anında kazananlar, “tarihin sonu” nun geldiğini ilan ettiler. Bir kaç yıl bile geçmeden görüldü ki, tarih hep benzer tekrarlarla doluymuş. Yeni Çağ inancı güneşin en tepede olduğu zamana ait bir yanılsama, karanlığın en koyu olduğu zaman da güneşin doğuşuna en yakın zamanmış.

Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da, Afganistan’da petrol kokusu ile karışmış kanlı et pazarından yükselen insan çığlıkları bize bir kez daha gösteriyor ki, ne tarihin sonu geldi, ne de dünyayı kurtarma ideallerinin.

Tuncer Şengöz

www.sosyonomi.com sitesinden izinle alıntılanmıştır.

19 Kasım 2010 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Ağlamak İstiyorum Sayın Seyirciler

by Magaradakiler 11 Kasım 2010

Türkiye futbol hastalığına ne zaman ve nasıl tutuldu?

 1950′lerden başlayarak yığınlar halinde kentlere hücum eden kitlelere, sadece bir kaç on yıl önce savaşlar ve işgallerle harap olmuş kentlerin verebileceği fazla bir şey yoktu. Milyonlarca insan akın akın gelirken onları tiyatro seyircisi, kütüphane müdavimi, müze ziyaretçisi yapmak kolay değildi. Kent de onlara çamurlu sokak aralarında sigara dumanlarına boğulmuş kahvehaneler ve yırtık ayakkabıları ile top tekmeleyebilecekleri boş arazilerden başka bir şey vermedi. Önce yığıldıkları banliyö semtlerinden utangaç bakışlarla baktı yoksul yığınlar kentin meydanlarına, sahil yollarına, görkemli caddelerine. Sonra bu yığınlar sel oldu kentin kalbine aktı. Acılı yemekleri, yanık türküleri, geleneksel kültürleri ile seller gibi akan yığınlara direnemedi ve birer birer teslim oldular kentler.

Kentleri istila eden yığınlara bir de eğlence gerekirdi. İşte futbolun yıldızı böyle parlamaya başladı. Artık yırtık ayakkabı ile top tekmeleyenlerin sayısı gökteki yıldızları bile geçmişti. Eğlenceye aç insan yığınlarına sunulacak nimet olgunlaşmıştı.

 Önceleri mesafeli durdukları bu eğlencenin onlara ne kadar yoğun tatminler sağladığını keşfeden yığınlar hızla tribünleri doldurdu. Ve bu yığınlar, rakibe saygı duyan ve eşit bir mücadelenin keyfini çıkartmaya çalışanları kovdu hızla stadyumlardan. Yığınlar, simit, çekirdek ve su satıcıları ile beraber tribünleri doldurdukça, tahammül de azaldı başarısızlığa. Korolar halinde küfürler yağdırmaya başladılar arabesk şarkıları eşliğinde. Önce hakeme, sonra rakibe, sonra da kendi kulüplerinin futbolcularına, yöneticilerine, teknik direktörüne, herkese ve her şeye.

 Aralarından, kentleri istilaları sırasında uyanık davranarak zenginleşmeyi başarmış olanları, kulüp yöneticisi seçtiler. Seçilen yöneticiler de bu fırsatı kaçırmadılar. Kendilerini seçenlerin şiddetine ve edepsizliğine göz yumarak, hatta bu durumu hararetle teşvik ederek gitgide büyüyen bu endüstrinin rantını kullanmaya yöneldiler. Rant onlara servet ve iktidar sağladı.

 …

 Bir tür ecstasy işlevi gören bu tip sportif aşırılıkların sürekli bilinçaltına pompalanması, ancak kitlesel umutsuzluk dönemlerinde başarılı sonuç verir. Çünkü top kaleye girdiğinde milyonlarca insanın seyrettiği bir televizyon yayınında böğürmeye benzer sesler çıkartan bir anlatıcı ya da yorumcu, sağlıklı bir kitlesel ruh hali döneminde ancak küçümsenme ve alayla karşılanırken, kötümserlik dönemlerinde lider, ya da tetikleyici olarak algılanır. Çünkü kitleler en çok korkunun baskın olduğu kötümserlik ataklarında sürüye uyma eğilimindedir ve milyonlarca izleyici de, aynı beden diliyle bu duygusal patlamaya iştirak eder.

 Tuncer Şengöz

 www.sosyonomi.com sitesinden izinle alıntılanmıştır.

11 Kasım 2010 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail

About Me

About Me

Writer & Reader

Neque porro quisquam est, qui dolorem ipsum quia dolor sit amet, consectetur, adipisci velit, sed.

Keep in touch

Facebook Twitter Instagram Pinterest Tumblr Youtube Bloglovin Snapchat

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

Recent Posts

  • Rachel Corrie

    16 Mart 2024
  • 2023 Kitap Fuarları

    25 Kasım 2022
  • 2022 Kitap Fuarları

    10 Ocak 2022
  • Covid-19 Pandemisi ve Sağlık Çalışanları Üzerindeki Etkileri: Sosyolojik Perspektif

    26 Mayıs 2021
  • 2021 Kitap Fuarları

    29 Ekim 2020

Categories

  • Edebiyat (6)
  • Ekonomi (6)
  • Featured (6)
  • Genel (23)
  • İş Dünyası (9)
  • İslâmi Bakış (11)
  • Kitabiyat (42)
  • Kitap Fuarı (6)
  • Kitap Fuarı Detay (7)
  • Life (2)
  • Moments (7)
  • Nature (5)
  • Sanat (1)
  • Stories (6)
  • Tarih (4)
  • Travel (5)

About me

banner
Soledad is the best selling Blog & Magazine WordPress Theme of this year on Themeforest.

Popular Posts

  • 1

    Writing New Life Chapter

    07 Haziran 2017
  • 2

    Create your DIY Bag

    07 Haziran 2017
  • 3

    My Baby Cactus

    07 Haziran 2017

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram
  • Pinterest
  • Tumblr
  • Youtube
  • Bloglovin
  • Snapchat

@2019 - All Right Reserved. Designed and Developed by PenciDesign


Back To Top
Mağaradakiler
  • Travel