Matrix filminin unutulmaz sahnelerinden biri: Neo, aynı anı iki kez yaşar (Deja Vu). Trinity Neo’ya ne gördüğünü sorar ve Neo siyah bir kediyi iki kez aynı şekilde gördüğünü söyler. Trinity tam olarak aynı kediyi görüp görmediğini sorar. Neo emin değildir. Morpheus ekibine emirler yağdırırken Trinity Neo’ya Deja Vu’nun ne olduğunu anlatır: Deja Vu, Matrix’te herhangi bir şeyin değiştirildiğini gösterir.
Aşağıdaki video da, Matrix filmi çekilmeden çok önce, 1977 yılında çekilmiş. Konuşan kişi, bizim sevgili yarı-kaçık yazarımız Philip K. Dick. Psikolojik sorunlarının iyice ağırlaştığı bir dönemde Dick, Fransız Bilim Kurgu Konvansiyonu’nda konuşuyor. Dick bu konuşmayı paranoyak kuşkularının derinleştiği bir dönemde yapıyor. Bu onun yaşantısında öyle bir dönem ki, Dick kendisini kimlerin takip ediyor olabileceğine dair uzun listeler yapıyor. FBI’dan Kara Panter’lere, Sovyetler’in telepati deneylerinden uzaylılara hemen hemen herkes Dick’in potansiyel şüpheliler listesinde yer alıyor.
Dick büyük bir ciddiyetle, (konuşmasının bu videoda görünmeyen kısmında) anlattıklarının bilim kurgu olmadığını titizlikle belirttikten sonra devam ediyor: “Biz bir bilgisayarca programlanmış gerçeklik içinde yaşıyoruz ve buna dair tek ipucu, herhangi bir değişken (variable) değiştirildiğinde ortaya çıkıyor. Bu durumda gerçekliğimizde bir değişim (alteration) oluyor. Sanki şimdiki zamanda bir deja-vu yaşıyormuşuz gibi bir hisse kapılıyoruz; Muhtemeldir ki, tamamen aynı biçimde, aynı sözcükleri duyarak… Ben bu izlenimin dikkat çekici ve geçerli olduğunu kabul ediyorum. Hatta şunu söylüyorum: Bu izlenim, zamanın herhangi bir noktasında bir değişkenin değiştirildiği ve yeni bir programlamanın yapıldığının ipucudur. Bu nedenle de, alternatif bir dünya kolu oluşmuştur.“ Philip Dick konuşurken, kız arkadaşı Joan Simpson yüzünde yaygın bir gülümseme ve eğlenme ifadesiyle dinliyor. Seneler sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide Simpson, o gün bir taraftan Dick’i eğlenerek dinlerken, diğer taraftan derin bir hüzne kapıldığını söylüyor: “O olağanüstü beynin düştüğü acınacak” durumdan duyulan bir üzüntü bu.
Sadece Joan Simpson değil, aslında o konferansta Dick’in söylediklerini dinleyerek şok geçiren pek çok insan, daha sonraki yıllarda yükselecek dalganın zihinsel kodlarının inşa edilmekte olduğunun farkında değil. Yıllar sonra gösterime girerek gişe rekorları kıracak olan Matrix üçlemesinin senarist ve yapımcısı Wachowski kardeşler o yıllarda henüz onlu yaşlarında bile değiller. Philip K. Dick (PKD) yazdığı kısa öyküleri, tanesi bir kaç dolara satarak yoksul yaşamını sürdürmek isterken, öyle bir dünya inşa ediliyor ki, bu dünya bir kaç on sene sonra Wachowski kardeşlere, PKD gibi uçuk-kaçık bir kaç insanın hayal ettiklerini filmleştirerek milyonlarca dolarlık servetler kazandıracak. O yıllarda adına elektronik beyin denen makinalar henüz en basit işlemleri bile yapabilecek durumda değil. Yapay zeka tartışmaları ise entellektüel meraklara sahip hayalperestlerin dünyasının konusu.
E.M. Forster, 1879 ile 1970 yılları arasında yaşamış bir İngiliz edebiyatçısı. Kendi çağdaşı diğer düşünürler gibi Forster da çağdaş toplumun sorunları üzerine kafa yormuş. Forster’ın 1908 yılında yazdığı The Machine Stops isimli kısa roman, 1960 ve 70′li yıllarda o zaman kadar yazılmış en çarpıcı Bilim-Kurgu öykülerinden biri seçilmiş. Bu öyküde Forster, bize insan uygarlığının yeryüzünde yaşama yeteneğini kaybettiği ileri bir zamanı anlatıyor.
Forster’ın öyküsü, bir bal peteğine benzeyen, içinde kollu bir sandalye ve okuma masası dışında hiç bir şey olmayan altıgen biçiminde bir odada başlıyor. Sandalyede oturmuş “kundaklanmış bir et yığını” (swaddled lump of flesh), biçiminde bir kadın, önündeki mekanik kolları ve düğmeleri kontrol ederek müzik dinliyor, dünyanın dört bir yanından tanıdığı binlerce arkadaşı ile konuşuyor, hatta onlara “Avustralya Dönemi müziği” hakkında dersler veriyor. İnsanların birbirlerinin yüzünü görmediği, birbirlerine dokunmadığı, zorunlu kalmadıkça seyahat etmediği, yeryüzünün altında kurulmuş milyonlarca odada yaşayıp öldükleri bir dünyadan bahsediyor Forster. Bu dünyayı yöneten bir Makina var. Bu makina, gereksinim duyulan her şeyi sağlıyor. İstenen herhangi bir şeye ulaşmak için bir düğmeye basmak, bir kolu çekmek yeterli. Makina, dünyanın diğer ucundaki insanların seslerini ve görüntülerini de iletiyor; Ancak elbette ki yaklaşık benzerleri olarak. İnsanların tek derdi, “yeterince iyi ve pratik bir düşünce” elde edebilmek. “Zamanın ruhu” (spirit of age) bu dünyada her şeyden daha önemli. Yazıldığı dönem dikkate alındığında, Forster’ın fikirleri, çağdaşlarına göre ne kadar uçuk da olsa, sadece bir yüzyıl sonrasında insanlar böyle bir dünyada yaşıyorlar. Forster The Machine Stops isimli öyküsüyle, “sanal cemaatleri” hayal eden ilk insanlardan biri olarak tarihe geçiyor.
Artık böyle bir dünyada yaşıyoruz. Yukarıdaki videoyu hazırlayanlar, videoda adresi verilen bir de web sayfasıhazırlamışlar. Bu sayfaya girdiğinizde sizi şu yazı karşılıyor: “Thelogoff.org” sayfasını ziyaret ettiğiniz için teşekkürler. Ancak asıl konu, bilgisayarınızı, en azından bir süreliğine kapatmanızdır. O halde defolun!” Son araştırmalara göre Facebook’a kayıtlı kullanıcı sayısı 2010 yılının Aralık ayında 600 milyonu aşmış. Bu kullanıcıların 2010 Aralık ayında F/B’ta harcadıkları zaman ise 49.3 milyon dakikayı bulmuş. Bu rakam bir önceki seneye göre %79 artış anlamına geliyormuş.
Anlaşılan o ki, “makina durana kadar”, E.M. Forster’ın bir yüzyıl önce hayal ettiği bir dünyaya doğru koşar adım ilerleyeceğiz. Peki acaba buraya nereden geldik? Önce dışsal mekan algımızdaki büyük değişlikliği yaşadık. Büyük zihinsel dönüşüm yaşanmadan önce insan kendisini, içinde yaşadığı mekanın bir parçası olarak görüyordu: Kendisi de, tüm diğer nesneler gibi doğanın bir parçasıydı. İnsan, doğanın belli bölümlerini, belli amaçlar için ayırsa da, ayırdığı parçayı günümüzdeki boyutlarda yalıtmıyordu. İnsanlar yollar, arklar açıyor, binalar inşa ediyorlardı. Bu alanlar, insanların belli işleri yapmak için “ayırdığı” alanlardı. Ancak bu alanlar, insanın yaşam alanlarının çok küçük bir kısmını teşkil ediyordu. Gitgide ayrılmış bu alanlar büyümeye başladı. Bu alanlar büyüdükçe insan daha küçük alanların içine sıkışmaya başladı.
Yolları ele alalım. Yılmaz Güney’in 1970 tarihli Umut filmi, faytoncu Cabbar’ın hazin öyküsünü anlatır. Filmde 1970′lerin başındaki Adana caddelerini görürüz. Bu caddelerde otomobiller, at arabaları ve yayalar beraber hareket ederler. Bu, insanlığın yüzyıllardır alışkın olduğu mekan duygusunun doğal bir sonucudur, çünkü insan zihninde “arabalar için ayrılmış yol” diye bir kavram yoktur. Umut filminde Cabbar’ın faytonunu çeken atlardan birine çarpan otomobil, atın ölümüne neden olur. Sonraki sahnelerden birinde, atın cesedinin şehrin uzaklarında bir yerlerde, açık araziye atıldığı sahneyi görürüz. Cabbar atının arkasından hüzün dolu gözlerle bakar.
PKD’in bir bilgisayar programı içinde yaşadığımızı düşündüğü günlerde Türkiye gibi ülkelerde hala yollar, belli amaçlarla yalıtılmış değildi. Bir kaç on sene içinde önce atlar ve eşekler, daha sonra yayalar yolların dışına atıldı. Yolların kenarlarındaki boş alanlar da otopark amacıyla ayrıldığı için, insanlara sadece dar kaldırımlar kaldı. Kentlerin kalbinde akıp giden yollar artık, sadece makinalara-otomobillere aitti. Kentler büyüdükçe, mahalle ve sokakları ofisler, dükkanlar, lokantalar, alışveriş merkezleri işgal etmeye başladı. Böylece insanların sadece belli amaçlar için gittiği mekanlar bütün şehri kaplamaya başladı. İnsanlar ise, kent merkezlerinden, kentin etrafındaki uydu-kentlere taşındı. Bu uydu kentler de, geçmiş yüzyıllardaki yerleşim anlayışına göre değil, birbirinden yalıtılmış “site” anlayışına göre inşa edilmeye başlamıştı. Kent merkezlerinde insanların topluca bulunabileceği alanlar, işlevleri gereği binlerce insanın birbirleriyle sosyal temas kuramayacağı biçimde inşa edildi. Örneğin AVM’ler … Her gün AVM’lere yüzbinlerce insan geliyor ve gidiyor. Geçmiş zaman çarşı ve pazarlarından farklı olarak, AVM’lerde pek az insan birbiriyle konuşuyor. Ya da günümüzün “mabetleri” stadyumlar, arenalar, spor salonları: On binlerce insanı içine alacak şekilde inşa edilen stadyumlar, birer sosyalleşme alanı değil, insanların bir büyük topluluk içinde kendi iradesini, bireyselliğini eriteceği “kazanlar” olarak işlev görüyor. Meydanlara ve bu meydanlarda düzenlenen mitinglere gelince … Günümüzde meydanlar artık, insanların kaynaşacağı, fikir alışverişinde bulunacağı, sözcüğün kökeninin çağrıştırdığı biçimde (meet) tanışacağı alanlar değil. Bu alanlarda ya büyük kutlamalar yapılıyor (örneğin yılbaşı ya da şampiyonluk kutlamaları) ya da bireysel kimlikler, bir “Führer”in attığı nutuk dinlenerek topluluk kimliği içinde eritiliyor. Büyük pop-müzik konserleri, sine-vizyon gösterileri,vb. hep aynı işlevi görüyor. İnsanların topluluk içinde kendi etkinliklerini gerçekleştirebileceği alanlar ise küçüldükçe küçülüyor. Yüzyılların alışkanlığı ile yolların kenarlarındaki daracık yeşil alanlarda mangal yakarak piknik yapmaya çalışanlara “ilkeller” gözüyle bakılıyor; Yol kenarında bir müzik enstrümanı çalanlara ise dilenci.
Böylece insanlar yavaş yavaş dış mekan kavramlarını yitiriyorlar. İç mekanlar ise uzunca bir zamandır televizyonların, radyoların, video cihazlarının işgali altında. Aileler sohbet etmek için değil, beraberce televizyon ya da video izlemek için biraraya geliyorlar. Reklamlar, bir ürünün tanıtımından ziyade, bir davranış modelinin öğretilmesi işlevini görüyor. Reklamların çoğunda, önlerinde kocaman tabakların içinde çerezlerle bir televizyonun karşısına dizilmiş insanlar görüyoruz. Bu insanlar birbirleriyle en basit sözcüklerle bile konuşmuyor, büyülenmiş bir şekilde karşılarındaki televizyonu seyrediyorlar. Sonra o televizyonun içinde bir şeyler oluyor, insanlar hopluyor, zıplıyor, birbirine sarılıyor. Daha sonra biraz önceki afazik konumlarına geri dönüyor ve kaldıkları yerden izlemeye devam ediyorlar. Bu patolojik durum, izlenen şey- her neyse- sona erene kadar devam ediyor. Bu şekilde mekan duygusunu yitire yitire yalnızlaşan, içe kapanan bireyler, son bir kaç on yılda büyük bir hızla yaygınlaşan internet sayesinde “sosyalleşecekleri” yeni bir alan buldular: İnternet.
The Machine Stops‘ta anne Vashti, dünyanın diğer ucundaki Kuno ile “yuvarlak bir levha vasıtasıyla konuşuyor”. “Çabuk ol, diyor Vashti, burada karanlıkta zaman kaybediyorum.” “Seni daha önce aradım anne, diyor Kuno, ama sen daima ya meşgulsün ya da yalıtılmış.” “Neden pnömatik posta ile göndermiyorsun”, diye soruyor Vashti. “Seni görmek istiyorum”, diyor Kuno. Vashti cevap veriyor: “Ben seni zaten görüyorum. Daha fazlasına ne gerek var ki?” Öyküdeki yuvarlak levhayı bilgisayar ekranı, pnömatik postayı da e-posta ile değiştirin, günümüz dünyasının sıradan kesitlerinden birini göreceksiniz. Bir yüzyıl öncesinin insanı için dehşet verici bir dünyanın içindeki bu duygusuz iletişimi bizler, günümüzde yaşıyor ve hiç yadırgamıyoruz. E.M. Forster’ın hayali dünyasında Vashti için “odası, hiç bir şey içermese de, yeryüzünde önemsediği her şeyle temas halinde olmasını sağladığı için” yeterli bir mekan. Dünyanın “çirkin kahverengi yüzünü, ya da yaşadığı yerden hiç de farklı olmayan başka bir kenti görmek için seyahat etmeye ne gerek var ki?” (Aynı düşünceyeAldous Huxley’in makalesinde rastlamıştık.) Vashti için herhangi bir şeyin yeterince iyi olduğu bir dünyada yaşamak ve bu dünyanın içinde kendisine herhangi bir fikir verecek bir şeylerle uğraşmak yeterli. Böylece bir kaç on yıl içinde yavaş yavaş mekan duygusunu yitiren insanlık, sadece 30 yıl önce, PKD’in bir bilim kurgu konvansiyonunda ifade ettiği düşünceleri büyük bir iştahla kabul edeceği bir aşamaya ulaştı. “Acaba bir bilgisayar programının içinde mi yaşıyoruz?” düşüncesinin yüksek sesle ve yaygın bir şekilde tartışıldığı günümüzde yitirilen, sadece mekan duygusu da değil. “Kendi bireyselliğini gerçekleştirme” ilüzyonu içindeki “sahte modernist” kitleler aynı zamanda “gerçeklik algılarını ve zaman duygularını” da yitirdiler.
Devam edeceğiz.
Tuncer Şengöz
Sosyonomi.com internet sitesinden izinle alıntılanmıştır.