Yönetmen Ridley Scott’un 1982 tarihini taşıyan Blade Runner filminin müthiş final sahnesi. Filmi izlememiş olanlar için kısaca özetlemek gerekirse, 2019 yılının Los Angeles şehrindeyiz. Yeryüzünde doğal yaşam ağır hasara uğramış, bütün hayvan türleri yok olmuş. İnsanlar artık hayvan besleyemedikleri için, gerçek hayvanlara çok benzeyen robot hayvanların, balmumu taklitlerin, hayvan oyuncaklarının alınıp satıldığı pazarlar oluşmuş. Kentler milyonlarca insanın yığıldığı demir ve beton yığınlarına dönüşmüş. Dünya dışındaki gezegenlerin madenlerinde çalıştırılmak üzere replicant denen androidler üretilmiş. Replicant’lar gerçek insanlara o kadar çok benziyorlar ki, kimin insan, kimin android olduğunu anlamak için tek yol, blush response testleri uygulamak. Bu testlerde deneğe psikolojik yüklemeler yapılıyor ve bu esnada göz kaslarının verdiği tepkiler izleniyor. Androidler ancak bu testlerde göz kasları tepki vermediği için açığa çıkartılabiliyor. Beyinlerine gerçek insanların anıları yüklendiği için, replicantlar yapay insanlar olduklarını bilmiyorlar; Kendilerini gerçek insan zannediyorlar.
Yeryüzünde yaşamaları yasaklanmış olan Nexus serisi replicant’lardan bazılarının, Mars madenlerinde isyan ederek yeryüzüne döndüğü öğreniliyor. Bu replicantların “emekli edilmesi”, yani öldürülmesi gerekiyor. Rick Deckard (Harrison Ford) bu karanlık dünyada bir replicant avcısı. Görevi, yeryüzüne dönen replicantları bulup yok etmek. Filmin son sahnesine kadar Deckard’ın replicant avlarını izliyoruz. Hepsini teker teker “emekli ediyor” ve geriye sadece son replicant Roy Batty (Rutger Hauer) kalıyor. En güçlü ve en zeki replicant olan Batty, filmin en sonunda tam Deckard’ı yenmek üzereyken, anlaşılmaz bir şey oluyor. Yüksek bir binanın tepesinden düşmek üzere olan Deckard’a tepeden bakarak Batty şöyle diyor:
Quite an experience to live in fear, isn’t it? That’s what it is to be a slave. (Korku içinde yaşamak konusunda çok deneyimlisin, değil mi? İşte köle olmak böyle bir şeydir.)
Sonra Deckard’ı kolundan yukarıya çekiyor. Olduğu yere çöküyor ve fonda Vangelis çalarken, sinema tarihinin en güzel sahnelerinden birinin unutulmaz sözlerini söylüyor:
I’ve seen things you people wouldn’t believe. Attack ships on fire off the shoulder of Orion. I watched C-beams glitter in the dark near the Tannhauser gate. All those moments will be lost in time… like tears in rain… Time to die. (Sizlerin inanamayacağı şeyler gördüm. Orion’un sırtında ateş altındaki gemileri, Tannhauser kapısı yakınlarında, karanlıkta ışıldayan C-ışınlarını seyrettim. Bütün bu zamanlar yok oldu gitti… Aynı, yağmurdaki gözyaşları gibi … Artık ölüm zamanıdır.)
Türkiye’de Bıçak Sırtı adıyla gösterime giren Blade Runner, bir Philip K. Dick romanının uyarlaması. Dick, benim fanatik bir tutkuyla okuduğum yazarların başında geliyor. Dick romanlarında öylesine şaşırtıcı ve düşündürücü unsurlar var ki, yazdığı her bir metin, sanki her okumada yeniden keşfedilen bir derya gibi: Sarsıcı, eğitici ve her türlü spekülasyona açık.
Blade Runner filminin son sahnesini ele alalım: Hangisi insan, hangisi replicant? Sadece öldürme arzusuyla güdülenmiş olan Deckard mı, yoksa rakibinin içine düştüğü çaresiz durumda bile soylu bir ölüme razı olan Batty mi? Hangisi köle? Yaşama güdüsünün kölesi olmuş Deckard mı, yoksa dünya dışı madenlerde çalışmak zorunda bırakılmışlığına isyan eden Batty mi? Hangi yaşam daha anlamlı? Para kazanmak için replicant avına çıkan Deckard’ın hayatı mı, yoksa galaksinin dört bir yanında kimsenin inanamayacağı olaylara tanıklık etmiş Batty’ninki mi? Hangisi daha güçlü? bir damdan diğerine atlayamayan Deckard mı, yoksa bir adımda diğer tarafa geçmeyi başaran Batty mi?
İşte Dick romanları böyle sorular sorduruyor. Sizi, her romanında kaos içindeki bir dünyaya sokuyor, o dünyada her gün yaşadığınız gerçekliği lime lime ediyor ve hiç düşünmediğiniz sorularla başbaşa bırakıveriyor. Bütün Dick romanlarındaki kahramanlar sıradan insanlardır. Pek çoğunun bağışlanmaz zaafları vardır. Bir kısmı -aynı Dick’in kendisi gibi- ağır psikolojik sorunlarla boğuşan insanlardır. Dick roman kahramanlarının hiç birini yüceltmez. Onlara, gerçek dışı ya da gerçek üstü roller oynatmaz. Ancak her kitabında döner dolanır aynı soruyu sorar: Gerçek nedir?
Sosyonomi.com’un Facebook sayfasında, ilginç bulduğum ve okumaya değer olduğunu düşündüğüm yazı ve haberleri paylaşıyorum. Ne yazık ki bu yazıların çok büyük çoğunluğu İngilizce. Türkçe yazı ve haberlerin çoğu öylesine sığ, öylesine sıradan ki, bu yazılara harcanacak zamanın boşa geçmiş zaman olduğunu düşünüyorum. Kaliteli olanların da çoğu çeviri zaten. Fakat çeviriler bile öylesine kötü ki, onları anlamak için ikinci bir çeviriye ihtiyaç var!
Sosyonomi.com’un Facebook sayfasında paylaştığım haber ve yazıların bir kısmını, kendi yazılarımda referans göstererek kullanıyorum. Bir kısmını ise, ileride yararlanmak üzere arşivliyorum.
Bugün internette dolaşırken karşılaştığım bir makalede tekrar karşıma çıktı Philip K. Dick. The Death of Postmodernism And Beyond isimli bu makalede Dick’in, Blade Runner filmine esin konusu olan Do Androids Dream of Electric Sheep? (Androidler elektrikli koyun düşler mi?) romanından, post-modern edebiyatın örneklerinden biri olarak kısaca söz ediliyordu. Yazarın asıl tartıştığı konu, Post-Modernizmin ölümü idi.
Yazar öncelikle Post-modernizm hala yaşıyor mu, yoksa romantisizm ve modernizm gibi, post-modernizm de ömrünü tamamladı mı sorusuna cevap arıyor. Bu arayışta ilk tespiti şu: Üniversitelerde post-modern edebiyat olarak okutulan tür, bu dersleri alan öğrenciler dünyaya gelmeden önce yazılmış, başka bir dünyayı anlatan metinlerden oluşuyor. Yazara göre bu metinler o kadar eski ki, yeniden canlandırılmaları mümkün değil. Oysa sözünü ettiği metinler sadece bir kaç on yıl öncesine ait. Gene de yazar, pek çoğu 1980′lerde yazılmış romanların çok gerilerde kalmış “başka bir dünyayı” anlattığı konusunda haksız değil. Makalenin devamında verdiği örneklerle bu düşüncesini fazlasıyla güçlü bir şekilde gerekçelendiriyor.
Örneğin, daha önceki bütün düşünce akımlarını sürükleyen edebi metinlerin, yazarı tarafından yazılmış ve tamamlanmış metinler olduğuna dikkat çekiyor. ”Okuyucu” bu metinlerin öznesi değil, “kullanıcısı”, ya da “tüketicisi” konumunda idi. Oysa günümüzde en çok okunan metinler böyle değil. Yazar Wikipedia örneğini veriyor. Birincisi, bu yeni metinleri kimin ya da kimlerin yazdığı önemsenmiyor. Dahası, bu metinler tamamlanmış da değil. Sürekli ilaveler ve düzeltmelerle sürüp gidiyor. İkincisi, bu metinlerde aranan, çok derin, yeni ufuklar açacak düşünceler değil. Üçüncüsü, bu metinleri belli bir sıra ile okumak gerekmiyor. Konudan konuya, başlıktan başlığa atlayarak okuyabilirsiniz. Bu metinler, klasik anlamda ansiklopedi değil. Çünkü ansiklopedi yazımında gerekli olan niteliklerin pek çoğunu taşımıyorlar. Pek çok yazının sonunda verilen kaynakların doğruluğu kuşkulu. Bu kaynakların sürekliliği de söz konusu değil. Yazı, internetten kaldırıldığı anda, artık “yok” hükmünde.
Adına “sözlük” denen diğer açık-kaynaklar daha da beter durumda. Bu “sözlükler”, yazım tekniğinin hiç bir kuralına uymaksızın yazılıyor ve pek çoğu “iç dökme” dışında bir amaç da taşımıyor. En çok okunanlar arasında yer alan forumlar, sohbet odaları, hatta internet blogları da, sözlüklerden farklı değil. Son 10 yılda moda olan “sosyal paylaşım siteleri” de aynı şekilde. Facebook, linked in, twitter benzeri paylaşım ortamları, adına “serbest yazım” bile diyemeyeceğimiz türden yazılarla dolu.
Yazar bu yeni dalgaya Pseudo-Modernizm (Sahte modernizm) adını veriyor ve ”sahte modernizm akımının kültürel ürünleri, tanımları gereği, eğer birey fiziksel müdahalede bulunmuyorsa yoktur”, diyor. Yazara göre, sahte-modernizm ürünleri yazılı metinlerden ibaret de değil. Örneğin haber programları (ya da haber siteleri), gitgide artan bir ağırlıkla izleyiciyi, ya da dinleyiciyi dahil ediyor. Hatta bu programların bir kısmını doğrudan izleyici yazıyor. (Daha sonra da önceki pasif konumuna geri çekiliyor.)
Son dönemde profesyonel medya kuruluşlarının gitgide artan bir ağırlıkla “internette paylaşılan videolara” yer verdiğini görüyoruz. Artık profesyonel kameramanların, habercilerin, muhabirlerin yaptığı haberler değil, “amatörlerin” çektiği videolar izleniyor. Gazetelerin internet sayfalarında artık kişisel bloglar daha fazla yer tutuyor.
Yazar sahte-modernizme bilgisayar oyunlarını da dahil ediyor. Her ne kadar bu oyunlar, programcısının sınırlarını çizdiği bir ortamda oynanıyorsa da birey, bu oyunların içinde kendi keşiflerini yapıyor, kendi dünyalarını kuruyor, birileriyle kavga ediyor, savaşıyor, devasa ordular kuruyor, sahte bir gerçeklik dünyasında yaşamaya başlıyor. Bu dünyada yaşananlar, bireyin tek ve mutlak gerçekliğine dönüşecek kadar travmatik olabiliyor.
Sahte-modernizmin “par excellence” ürünü ise elbette internet. Birey, sağa sola tıklayarak, daha önceden başkalarının izlemediği yolları izleyerek saatlerce internette “dolaşıyor”. Bu, diyelim ki bir kitabı okumaktan farklı bir etkinlik. Çünkü kitap okurken sayfaları sırayla takip edersiniz. Bu sıra, sizi yazarın kurguladığı bir mantığı izleyerek yönlendirir. Oysa internette böyle bir zorunluluk yok. Wikipedia’dan Ekşi Sözlüğün falanca maddesine, Hürriyet’in internet sayfalarından Mynet Oyun sitesine, Youtube videolarından Facebook sayfalarına, daha önceden belirlenmemiş bir yol izleyerek gezebilirsiniz. Siz bu yolculuğu tamamladığınız anda, izlediğiniz yol da kaybolup gidecek. Başka biri tıpatıp aynı yolu izlemeyecek. O, başka yollardan başka bir gerçekliği yaşayarak geçecek.
Ve elbette yazarın da dikkat çektiği üzere, internetin yol açtığı en büyük zihinsel devrim: “Ben de yapabilirim” inancıdır. Herkes kitap yazamaz, herkes makale kaleme alamaz, herkes karikatür çizemez, oyun senaryosu oluşturamaz; Ancak herkes bir blog açabilir. Herkes bir tweeter mesajı atabilir. Herkes facebook sayfasına sahip olabilir. Kendi bloguna sağdan soldan topladığı bir kaç resim ekleyebilir, “bugün kendimi acaip cool hissediyorum” twitleyebilir. Arkadaşının facebook duvarına “Slm, Nbr?” yazabilir. Sonra Football Manager oyununu açıp, gerçek hayatta küme düşmüş takımına Messi’yi, Ronaldo’yu satın alıp Süper Kupa şampiyonu yapabilir. Günümüzde milyonlarca insan gününü bunları yaparak geçiriyor.
Sahte-modernizm’de sinema radyo gibi “eski” araçlar da dönüşüyor. Sahte-modernizmin dünyasında, bilgisayar yardımıyla üretilmiş animasyon kahramanlarından oluşan binlerce kişilik ordular savaşıyor, ışık ve ses efektleriyle, hem de 3 boyutlu olarak hayali dünyalar yaratılıyor, gerçekte varolmayan kahramanlar arasında (örneğin Shrek ve Fiona) aşk ilişkileri yaşanıyor. Şimdi sinema yapımcıları, “izleyiciyi” de senaryoya dahil edecek teknikler üzerinde çalışıyorlar. Fikir babası da elbette bizim sevgili yazarımız Philip K. Dick. 1990 yılında çevrilen ve başrolünde Armold Schwarzenegger’in oynadığı Total Recall filmini hatırlayın. Bu film, Dick’in We can remember it for you wholesale (Sizin için toptan hatırlayabiliriz) isimli kısa öyküsünün uyarlamasıdır. Çok yakında bu filmdekine benzer biçimde kendimizi “hayal ettiğimiz” senaryolarda baş aktör/baş aktrist olarak bulursak şaşırmayalım.
Dr. Alan Kirby, The Death of Postmodernism And Beyond isimli makalesinde, televizyonculuk dünyasından örnekler verirken, teletekstlere, alışveriş kanallarına, yarışma ve piyango programlarına dikkat çekiyor. İzleyicinin telefonla (pek yakında görüntülü telefonla) evinden katıldığı canlı programlar, reality show’ları, televizyon yayınları sırasında telefonun tuşlarına basarak oynadığı bilgisayar oyunları, şarkı yarışmalarına SMS gönderilerek yapılan oylamalar, anketler, kamuoyu yoklamaları ve daha pek çok unsur, televizyonculuk dünyasının nereye gittiğini şimdiden haber veriyor.
Yazar, haklı olarak sahte-modernizm’de kültür unsurlarının sıradanlığına ve bayağılığına dikkat çekiyor. Geçmiş dönemlerde sinema, edebiyat, radyo, televizyon izlencelerindeki sözel ve düşünsel zenginlik gitgide kayboluyor. Son derece bozuk bir konuşma dili ve sokak argosu, sıradan fikirler, sıradan kurgularla dolu, yazarın ifadesiyle, bir “kültür çölü” içinde yaşıyoruz. Yazar bu ortamı, “a storm of human activity producing almost nothing of any lasting or even reproducible cultural value” (kalıcı, hatta kültürel olarak yeniden üretilme değeri taşıyan hiç bir şey içermeyen bir insan etkinliği fırtınası) olarak nitelendiriyor.
“Moreover, the activity of pseudo-modernism has its own specificity: it is electronic, and textual, but ephemeral.” (Dahası, sahte modernizm etkinliği kendine has özellikler taşıyor: Elektronik, metinsel ve geçici.)
Acaba?
Devam edeceğiz.
Tuncer Şengöz
Sosyonomi.com internet sitesinden izinle alıntılanmıştır.
1 comment
Ben sosyal ağlardan uzak durmaya çalıştım ama Twitter açmak zorunda da kaldım açıkçası, bir şekilde sevdiğim takip ettiğim insanlara ulaşmak için en azıdan en kolay yol. Facebook’a hala kılım, açmayı düşünmüyorum. Yalnız bahse konu takip edeni takip ederim muhabbetinden gına geldi bana, ülke gündemi ne olursa olsun milletin derdi hep böyle antin kuntin işler oluyor. Bir de tanımadığım ve beni takibe başlayan 5-6 bin takipçili vatandaşlar var ki, şöyle bir profillerine bakmamla engellemem bir oluyor. Benim asıl ilgincime giden mevzuyu kısaca aktarayım. Bir yabancı müzik mastering! sitesinin elemanı, beni takip etmeye başlamıştı. Adamların, bestelerinizi sitemize upload edin, biz mastering yapıp size linkini verelim tarzında bir olayları vardı ki, sanırım melodi ya da şarkı apartmanın en kolay ve en tatlı yoludur bu. Siteyi incelememle elemanları engellemem bir oldu yine. Şu teknoloji bir kere de gerçek amacıyla kullanılsaydı ya. Başımızdakilerin takipçilerinin de büyük kısmının fake olduğunu anlamak için de status’e filan gerek yok, zamanında dalga geçtikleri bindirilmiş kıtaların internette nasıl fink attıkları ortada. Bu programla da malumun ilanı olmuş. Teşekkürler.