Mağaradakiler
  • Travel
Author

Magaradakiler

Magaradakiler

Genel

Düşüş Dalgasının Kültürel Kodları-2 / Mekan Duygusunun Yitirilmesi

by Magaradakiler 13 Eylül 2012

Matrix filminin unutulmaz sahnelerinden biri: Neo, aynı anı iki kez yaşar (Deja Vu). Trinity Neo’ya ne gördüğünü sorar ve Neo siyah bir kediyi iki kez aynı şekilde gördüğünü söyler. Trinity tam olarak aynı kediyi görüp görmediğini sorar. Neo emin değildir. Morpheus ekibine emirler yağdırırken Trinity Neo’ya Deja Vu’nun ne olduğunu anlatır: Deja Vu, Matrix’te herhangi bir şeyin değiştirildiğini gösterir.

Aşağıdaki video da, Matrix filmi çekilmeden çok önce, 1977 yılında çekilmiş. Konuşan kişi, bizim sevgili yarı-kaçık yazarımız Philip K. Dick. Psikolojik sorunlarının iyice ağırlaştığı bir dönemde Dick, Fransız Bilim Kurgu Konvansiyonu’nda konuşuyor. Dick bu konuşmayı paranoyak kuşkularının derinleştiği bir dönemde yapıyor. Bu onun yaşantısında öyle bir dönem ki, Dick kendisini kimlerin takip ediyor olabileceğine dair uzun listeler yapıyor. FBI’dan Kara Panter’lere, Sovyetler’in telepati deneylerinden uzaylılara hemen hemen herkes Dick’in potansiyel şüpheliler listesinde yer alıyor.

Dick büyük bir ciddiyetle, (konuşmasının bu videoda görünmeyen kısmında) anlattıklarının bilim kurgu olmadığını titizlikle belirttikten sonra devam ediyor: “Biz bir bilgisayarca programlanmış gerçeklik içinde yaşıyoruz ve buna dair tek ipucu, herhangi bir değişken (variable) değiştirildiğinde ortaya çıkıyor. Bu durumda gerçekliğimizde bir değişim (alteration) oluyor. Sanki şimdiki zamanda bir deja-vu yaşıyormuşuz gibi bir hisse kapılıyoruz; Muhtemeldir ki, tamamen aynı biçimde, aynı sözcükleri duyarak… Ben bu izlenimin dikkat çekici ve geçerli olduğunu kabul ediyorum. Hatta şunu söylüyorum: Bu izlenim, zamanın herhangi bir noktasında bir değişkenin değiştirildiği ve yeni bir programlamanın yapıldığının ipucudur. Bu nedenle de, alternatif bir dünya kolu oluşmuştur.“  Philip Dick konuşurken, kız arkadaşı Joan Simpson yüzünde yaygın bir gülümseme ve eğlenme ifadesiyle dinliyor. Seneler sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide Simpson, o gün bir taraftan Dick’i eğlenerek dinlerken, diğer taraftan derin bir hüzne kapıldığını söylüyor: “O olağanüstü beynin düştüğü acınacak” durumdan duyulan bir üzüntü bu.

Sadece Joan Simpson değil, aslında o konferansta Dick’in söylediklerini dinleyerek şok geçiren pek çok insan, daha sonraki yıllarda yükselecek dalganın zihinsel kodlarının inşa edilmekte olduğunun farkında değil. Yıllar sonra gösterime girerek gişe rekorları kıracak olan Matrix üçlemesinin senarist ve yapımcısı Wachowski kardeşler o yıllarda henüz onlu yaşlarında bile değiller. Philip K. Dick (PKD) yazdığı kısa öyküleri, tanesi bir kaç dolara satarak yoksul yaşamını sürdürmek isterken, öyle bir dünya inşa ediliyor ki, bu dünya bir kaç on sene sonra Wachowski kardeşlere, PKD gibi uçuk-kaçık bir kaç insanın hayal ettiklerini filmleştirerek milyonlarca dolarlık servetler kazandıracak. O yıllarda adına elektronik beyin denen makinalar henüz en basit işlemleri bile yapabilecek durumda değil. Yapay zeka tartışmaları ise entellektüel meraklara sahip hayalperestlerin dünyasının konusu.

E.M. Forster, 1879 ile 1970 yılları arasında yaşamış bir İngiliz edebiyatçısı. Kendi çağdaşı diğer düşünürler gibi Forster da çağdaş toplumun sorunları üzerine kafa yormuş. Forster’ın 1908 yılında yazdığı The Machine Stops isimli kısa roman, 1960 ve 70′li yıllarda o zaman kadar yazılmış en çarpıcı Bilim-Kurgu öykülerinden biri seçilmiş. Bu öyküde Forster, bize insan uygarlığının yeryüzünde yaşama yeteneğini kaybettiği ileri bir zamanı anlatıyor.

Forster’ın öyküsü, bir bal peteğine benzeyen, içinde kollu bir sandalye ve okuma masası dışında hiç bir şey olmayan altıgen biçiminde bir odada başlıyor. Sandalyede oturmuş “kundaklanmış bir et yığını” (swaddled lump of flesh), biçiminde bir kadın, önündeki mekanik kolları ve düğmeleri kontrol ederek müzik dinliyor, dünyanın dört bir yanından tanıdığı binlerce arkadaşı ile konuşuyor, hatta onlara “Avustralya Dönemi müziği” hakkında dersler veriyor. İnsanların birbirlerinin yüzünü görmediği, birbirlerine dokunmadığı, zorunlu kalmadıkça seyahat etmediği, yeryüzünün altında kurulmuş milyonlarca odada yaşayıp öldükleri bir dünyadan bahsediyor Forster. Bu dünyayı yöneten bir Makina var. Bu makina, gereksinim duyulan her şeyi sağlıyor. İstenen herhangi bir şeye ulaşmak için bir düğmeye basmak, bir kolu çekmek yeterli. Makina, dünyanın diğer ucundaki insanların seslerini ve görüntülerini de iletiyor; Ancak elbette ki yaklaşık benzerleri olarak. İnsanların tek derdi, “yeterince iyi ve pratik bir düşünce” elde edebilmek. “Zamanın ruhu” (spirit of age) bu dünyada her şeyden daha önemli. Yazıldığı dönem dikkate alındığında, Forster’ın fikirleri, çağdaşlarına göre ne kadar uçuk da olsa, sadece bir yüzyıl sonrasında insanlar böyle bir dünyada yaşıyorlar. Forster The Machine Stops isimli öyküsüyle, “sanal cemaatleri” hayal eden ilk insanlardan biri olarak tarihe geçiyor.

Artık böyle bir dünyada yaşıyoruz. Yukarıdaki videoyu hazırlayanlar, videoda adresi verilen bir de web sayfasıhazırlamışlar. Bu sayfaya girdiğinizde sizi şu yazı karşılıyor: “Thelogoff.org” sayfasını ziyaret ettiğiniz için teşekkürler. Ancak asıl konu, bilgisayarınızı, en azından bir süreliğine kapatmanızdır. O halde defolun!” Son araştırmalara göre Facebook’a kayıtlı kullanıcı sayısı 2010 yılının Aralık ayında 600 milyonu aşmış. Bu kullanıcıların 2010 Aralık ayında F/B’ta harcadıkları zaman ise 49.3 milyon dakikayı bulmuş. Bu rakam bir önceki seneye göre %79 artış anlamına geliyormuş.

Anlaşılan o ki, “makina durana kadar”, E.M. Forster’ın bir yüzyıl önce  hayal ettiği bir dünyaya doğru koşar adım ilerleyeceğiz. Peki acaba buraya nereden geldik? Önce dışsal mekan algımızdaki büyük değişlikliği yaşadık. Büyük zihinsel dönüşüm yaşanmadan önce insan kendisini, içinde yaşadığı mekanın bir parçası olarak görüyordu: Kendisi de, tüm diğer nesneler gibi doğanın bir parçasıydı. İnsan, doğanın belli bölümlerini, belli amaçlar için ayırsa da, ayırdığı parçayı günümüzdeki boyutlarda yalıtmıyordu. İnsanlar yollar, arklar açıyor, binalar inşa ediyorlardı. Bu alanlar, insanların belli işleri yapmak için “ayırdığı” alanlardı. Ancak bu alanlar, insanın yaşam alanlarının çok küçük bir kısmını teşkil ediyordu. Gitgide ayrılmış bu alanlar büyümeye başladı. Bu alanlar büyüdükçe insan daha küçük alanların içine sıkışmaya başladı.

Yolları ele alalım. Yılmaz Güney’in 1970 tarihli Umut filmi, faytoncu Cabbar’ın hazin öyküsünü anlatır. Filmde 1970′lerin başındaki Adana caddelerini görürüz. Bu caddelerde otomobiller, at arabaları ve yayalar beraber hareket ederler. Bu, insanlığın yüzyıllardır alışkın olduğu mekan duygusunun doğal bir sonucudur, çünkü insan zihninde “arabalar için ayrılmış yol” diye bir kavram yoktur. Umut filminde Cabbar’ın faytonunu çeken atlardan birine çarpan otomobil, atın ölümüne neden olur. Sonraki sahnelerden birinde, atın cesedinin şehrin uzaklarında bir yerlerde, açık araziye atıldığı sahneyi görürüz. Cabbar atının arkasından hüzün dolu gözlerle bakar.

PKD’in bir bilgisayar programı içinde yaşadığımızı düşündüğü günlerde Türkiye gibi ülkelerde hala yollar, belli amaçlarla yalıtılmış değildi. Bir kaç on sene içinde önce atlar ve eşekler, daha sonra yayalar yolların dışına atıldı. Yolların kenarlarındaki boş alanlar da otopark amacıyla ayrıldığı için, insanlara sadece dar kaldırımlar kaldı. Kentlerin kalbinde akıp giden yollar artık, sadece makinalara-otomobillere aitti. Kentler büyüdükçe, mahalle ve sokakları ofisler, dükkanlar, lokantalar, alışveriş merkezleri işgal etmeye başladı. Böylece insanların sadece belli amaçlar için gittiği mekanlar bütün şehri kaplamaya başladı. İnsanlar ise, kent merkezlerinden, kentin etrafındaki uydu-kentlere taşındı. Bu uydu kentler de, geçmiş yüzyıllardaki yerleşim anlayışına göre değil, birbirinden yalıtılmış “site” anlayışına göre inşa edilmeye başlamıştı. Kent merkezlerinde insanların topluca bulunabileceği alanlar, işlevleri gereği binlerce insanın birbirleriyle sosyal temas kuramayacağı biçimde inşa edildi. Örneğin AVM’ler … Her gün AVM’lere yüzbinlerce insan geliyor ve gidiyor. Geçmiş zaman çarşı ve pazarlarından farklı olarak, AVM’lerde pek az insan birbiriyle konuşuyor. Ya da günümüzün “mabetleri” stadyumlar, arenalar, spor salonları: On binlerce insanı içine alacak şekilde inşa edilen stadyumlar, birer sosyalleşme alanı değil, insanların bir büyük topluluk içinde kendi iradesini, bireyselliğini eriteceği “kazanlar” olarak işlev görüyor. Meydanlara ve bu meydanlarda düzenlenen mitinglere gelince … Günümüzde meydanlar artık, insanların kaynaşacağı, fikir alışverişinde bulunacağı, sözcüğün kökeninin çağrıştırdığı biçimde (meet) tanışacağı alanlar değil. Bu alanlarda ya büyük kutlamalar yapılıyor (örneğin yılbaşı ya da şampiyonluk kutlamaları) ya da bireysel kimlikler, bir “Führer”in attığı nutuk dinlenerek topluluk kimliği içinde eritiliyor. Büyük pop-müzik konserleri, sine-vizyon gösterileri,vb. hep aynı işlevi görüyor. İnsanların topluluk içinde kendi etkinliklerini gerçekleştirebileceği alanlar ise küçüldükçe küçülüyor. Yüzyılların alışkanlığı ile yolların kenarlarındaki daracık yeşil alanlarda mangal yakarak piknik yapmaya çalışanlara “ilkeller” gözüyle bakılıyor; Yol kenarında bir müzik enstrümanı çalanlara ise dilenci.

Böylece insanlar yavaş yavaş dış mekan kavramlarını yitiriyorlar. İç mekanlar ise uzunca bir zamandır televizyonların, radyoların, video cihazlarının işgali altında. Aileler sohbet etmek için değil, beraberce televizyon ya da video izlemek için biraraya geliyorlar. Reklamlar, bir ürünün tanıtımından ziyade, bir davranış modelinin öğretilmesi işlevini görüyor. Reklamların çoğunda, önlerinde kocaman tabakların içinde çerezlerle bir televizyonun karşısına dizilmiş insanlar görüyoruz. Bu insanlar birbirleriyle en basit sözcüklerle bile konuşmuyor, büyülenmiş bir şekilde karşılarındaki televizyonu seyrediyorlar. Sonra o televizyonun içinde bir şeyler oluyor, insanlar hopluyor, zıplıyor, birbirine sarılıyor. Daha sonra biraz önceki afazik konumlarına geri dönüyor ve kaldıkları yerden izlemeye devam ediyorlar. Bu patolojik durum, izlenen şey- her neyse- sona erene kadar devam ediyor. Bu şekilde mekan duygusunu yitire yitire yalnızlaşan, içe kapanan bireyler, son bir kaç on yılda büyük bir hızla yaygınlaşan internet sayesinde “sosyalleşecekleri” yeni bir alan buldular: İnternet.

The Machine Stops‘ta anne Vashti, dünyanın diğer ucundaki Kuno ile “yuvarlak bir levha vasıtasıyla konuşuyor”. “Çabuk ol, diyor Vashti, burada karanlıkta zaman kaybediyorum.” “Seni daha önce aradım anne, diyor Kuno, ama sen daima ya meşgulsün ya da yalıtılmış.” “Neden pnömatik posta ile göndermiyorsun”, diye soruyor Vashti. “Seni görmek istiyorum”, diyor Kuno. Vashti cevap veriyor: “Ben seni zaten görüyorum. Daha fazlasına ne gerek var ki?” Öyküdeki yuvarlak levhayı bilgisayar ekranı, pnömatik postayı da e-posta ile değiştirin, günümüz dünyasının sıradan kesitlerinden birini göreceksiniz. Bir yüzyıl öncesinin insanı için dehşet verici bir dünyanın içindeki bu duygusuz iletişimi bizler, günümüzde yaşıyor ve hiç yadırgamıyoruz. E.M. Forster’ın hayali dünyasında Vashti için “odası, hiç bir şey içermese de, yeryüzünde önemsediği her şeyle temas halinde olmasını sağladığı için” yeterli bir mekan. Dünyanın “çirkin kahverengi yüzünü, ya da yaşadığı yerden hiç de farklı olmayan başka bir kenti görmek için seyahat etmeye ne gerek var ki?” (Aynı düşünceyeAldous Huxley’in makalesinde rastlamıştık.) Vashti için herhangi bir şeyin yeterince iyi olduğu bir dünyada yaşamak ve bu dünyanın içinde kendisine herhangi bir fikir verecek bir şeylerle uğraşmak yeterli. Böylece bir kaç on yıl içinde yavaş yavaş mekan duygusunu yitiren insanlık, sadece 30 yıl önce, PKD’in bir bilim kurgu konvansiyonunda ifade ettiği düşünceleri büyük bir iştahla kabul edeceği bir aşamaya ulaştı. “Acaba bir bilgisayar programının içinde mi yaşıyoruz?” düşüncesinin yüksek sesle ve yaygın bir şekilde tartışıldığı günümüzde yitirilen, sadece mekan duygusu da değil. “Kendi bireyselliğini gerçekleştirme” ilüzyonu içindeki “sahte modernist” kitleler aynı zamanda “gerçeklik algılarını ve zaman duygularını” da yitirdiler.

Devam edeceğiz.

Tuncer Şengöz

Sosyonomi.com internet sitesinden izinle alıntılanmıştır.

13 Eylül 2012 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Kitabiyat

80 Günde Devri Alem – Jules Verne

by Magaradakiler 12 Eylül 2012

Phileas Fogg, varlıklı, kibar ve gizemli bir İngiliz beyefendisidir. Son derece düzenli bir hayat sürmesi, titiz ve dakik yaşayan biri olmasıyla ünlüdür.

Bir gün, üyesi olduğu “Londra Bilim Kulübü”nde, gerçekleştirilmesi imkânsız gibi görünen bir konuda, servetini ortaya koyarak iddiaya girer. Buna göre; Hava yolu kullanmadan ve önceden hiçbir ayarlama ve planlama yapmadan dünyanın çevresini 80 günde dolaşacaktır.

Fogg, yardımcısı Jean Passepartout eşliğinde, tek bir gecikme ya da tek bir aksilik sonucu her şeyini kaybetmesine neden olabilecek bu imkânsız yolculuğa koyulur. Yolculukları sırasında türlü zorluklarla karşılaşacak, değişik ülkelere uğrayacak, kimi zaman fil sırtında, kimi zaman tren ya da gemiyle yolculuk edeceklerdir. İddia sonucu giriştikleri bu yolculuk zaman zaman da heyecan dolu bir kaçışa dönüşecektir.

 Adı: 80 Günde Devri Alem

Yazarı: Jules Verne

Çeviren: Pınar Güzelyürek

Yayınevi: İthaki-2005

Sayfa Sayısı: 378

12 Eylül 2012 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Düşüş Dalgasının Kültürel Kodları-1 / Sahte Modernizm

by Magaradakiler 12 Eylül 2012

Yönetmen Ridley Scott’un 1982 tarihini taşıyan Blade Runner filminin müthiş final sahnesi. Filmi izlememiş olanlar için kısaca özetlemek gerekirse, 2019 yılının Los Angeles şehrindeyiz. Yeryüzünde doğal yaşam ağır hasara uğramış, bütün hayvan türleri yok olmuş. İnsanlar artık hayvan besleyemedikleri için, gerçek hayvanlara çok benzeyen robot hayvanların, balmumu taklitlerin, hayvan oyuncaklarının alınıp satıldığı pazarlar oluşmuş. Kentler milyonlarca insanın yığıldığı demir ve beton yığınlarına dönüşmüş. Dünya dışındaki gezegenlerin madenlerinde çalıştırılmak üzere replicant denen androidler üretilmiş. Replicant’lar gerçek insanlara o kadar çok benziyorlar ki, kimin insan, kimin android olduğunu anlamak için tek yol, blush response testleri uygulamak. Bu testlerde deneğe psikolojik yüklemeler yapılıyor ve bu esnada göz kaslarının verdiği tepkiler izleniyor. Androidler ancak bu testlerde göz kasları tepki vermediği için açığa çıkartılabiliyor.  Beyinlerine gerçek insanların anıları yüklendiği için, replicantlar yapay insanlar olduklarını bilmiyorlar; Kendilerini gerçek insan zannediyorlar.

Yeryüzünde yaşamaları yasaklanmış olan Nexus serisi replicant’lardan bazılarının, Mars madenlerinde isyan ederek yeryüzüne döndüğü öğreniliyor. Bu replicantların “emekli edilmesi”, yani öldürülmesi gerekiyor. Rick Deckard (Harrison Ford) bu karanlık dünyada bir replicant avcısı. Görevi, yeryüzüne dönen replicantları bulup yok etmek. Filmin son sahnesine kadar Deckard’ın replicant avlarını izliyoruz. Hepsini teker teker “emekli ediyor” ve geriye sadece son replicant Roy Batty (Rutger Hauer) kalıyor. En güçlü ve en zeki replicant olan Batty, filmin en sonunda tam Deckard’ı yenmek üzereyken, anlaşılmaz bir şey oluyor. Yüksek bir binanın tepesinden düşmek üzere olan Deckard’a tepeden bakarak Batty şöyle diyor:

Quite an experience to live in fear, isn’t it? That’s what it is to be a slave. (Korku içinde yaşamak konusunda çok deneyimlisin, değil mi? İşte köle olmak böyle bir şeydir.)

Sonra Deckard’ı kolundan yukarıya çekiyor. Olduğu yere çöküyor ve fonda Vangelis çalarken, sinema tarihinin en güzel sahnelerinden birinin unutulmaz sözlerini söylüyor:

I’ve seen things you people wouldn’t believe. Attack ships on fire off the shoulder of Orion. I watched C-beams glitter in the dark near the Tannhauser gate. All those moments will be lost in time… like tears in rain… Time to die. (Sizlerin inanamayacağı şeyler gördüm. Orion’un sırtında ateş altındaki gemileri, Tannhauser kapısı yakınlarında, karanlıkta ışıldayan C-ışınlarını seyrettim. Bütün bu zamanlar yok oldu gitti… Aynı, yağmurdaki gözyaşları gibi … Artık ölüm zamanıdır.)

Türkiye’de Bıçak Sırtı adıyla gösterime giren Blade Runner, bir Philip K. Dick romanının uyarlaması. Dick, benim fanatik bir tutkuyla okuduğum yazarların başında geliyor. Dick romanlarında öylesine şaşırtıcı ve düşündürücü unsurlar var ki, yazdığı her bir metin, sanki her okumada yeniden keşfedilen bir derya gibi: Sarsıcı, eğitici ve her türlü spekülasyona açık.

Blade Runner filminin son sahnesini ele alalım: Hangisi insan, hangisi replicant? Sadece öldürme arzusuyla güdülenmiş olan Deckard mı, yoksa rakibinin içine düştüğü çaresiz durumda bile soylu bir ölüme razı olan Batty mi? Hangisi köle? Yaşama güdüsünün kölesi olmuş Deckard mı, yoksa dünya dışı madenlerde çalışmak zorunda bırakılmışlığına isyan eden Batty mi? Hangi yaşam daha anlamlı? Para kazanmak için replicant avına çıkan Deckard’ın hayatı mı, yoksa galaksinin dört bir yanında kimsenin inanamayacağı olaylara tanıklık etmiş Batty’ninki mi? Hangisi daha güçlü? bir damdan diğerine atlayamayan Deckard mı, yoksa bir adımda diğer tarafa geçmeyi başaran Batty mi?

İşte Dick romanları böyle sorular sorduruyor. Sizi, her romanında kaos içindeki bir dünyaya sokuyor, o dünyada her gün yaşadığınız gerçekliği lime lime ediyor ve hiç düşünmediğiniz sorularla başbaşa bırakıveriyor. Bütün Dick romanlarındaki kahramanlar sıradan insanlardır. Pek çoğunun bağışlanmaz zaafları vardır. Bir kısmı -aynı Dick’in kendisi gibi- ağır psikolojik sorunlarla boğuşan insanlardır. Dick roman kahramanlarının hiç birini yüceltmez. Onlara, gerçek dışı ya da gerçek üstü roller oynatmaz. Ancak her kitabında döner dolanır aynı soruyu sorar: Gerçek nedir?

Sosyonomi.com’un Facebook sayfasında, ilginç bulduğum ve okumaya değer olduğunu düşündüğüm yazı ve haberleri paylaşıyorum. Ne yazık ki bu yazıların çok büyük çoğunluğu İngilizce. Türkçe yazı ve haberlerin çoğu öylesine sığ, öylesine sıradan ki, bu yazılara harcanacak zamanın boşa geçmiş zaman olduğunu düşünüyorum. Kaliteli olanların da çoğu çeviri zaten. Fakat çeviriler bile öylesine kötü ki, onları anlamak için ikinci bir çeviriye ihtiyaç var!

Sosyonomi.com’un Facebook sayfasında paylaştığım haber ve yazıların bir kısmını, kendi yazılarımda referans göstererek kullanıyorum. Bir kısmını ise, ileride yararlanmak üzere arşivliyorum.

Bugün internette dolaşırken karşılaştığım bir makalede tekrar karşıma çıktı Philip K. Dick. The Death of Postmodernism And Beyond isimli bu makalede Dick’in, Blade Runner filmine esin konusu olan Do Androids Dream of Electric Sheep? (Androidler elektrikli koyun düşler mi?) romanından, post-modern edebiyatın örneklerinden biri olarak kısaca söz ediliyordu. Yazarın asıl tartıştığı konu, Post-Modernizmin ölümü idi.

Yazar öncelikle Post-modernizm hala yaşıyor mu, yoksa romantisizm ve modernizm gibi, post-modernizm de ömrünü tamamladı mı sorusuna cevap arıyor. Bu arayışta ilk tespiti şu: Üniversitelerde post-modern edebiyat olarak okutulan tür,  bu dersleri alan öğrenciler dünyaya gelmeden önce yazılmış, başka bir dünyayı anlatan metinlerden oluşuyor. Yazara göre bu metinler o kadar eski ki, yeniden canlandırılmaları mümkün değil. Oysa sözünü ettiği metinler sadece bir kaç on yıl öncesine ait. Gene de yazar, pek çoğu 1980′lerde yazılmış romanların çok gerilerde kalmış “başka bir dünyayı” anlattığı konusunda haksız değil. Makalenin devamında verdiği örneklerle bu düşüncesini fazlasıyla güçlü bir şekilde gerekçelendiriyor.

Örneğin, daha önceki bütün düşünce akımlarını sürükleyen edebi metinlerin, yazarı tarafından yazılmış ve tamamlanmış metinler olduğuna dikkat çekiyor. ”Okuyucu” bu metinlerin öznesi değil, “kullanıcısı”, ya da “tüketicisi” konumunda idi. Oysa günümüzde en çok okunan metinler böyle değil. Yazar Wikipedia örneğini veriyor. Birincisi, bu yeni metinleri kimin ya da kimlerin yazdığı önemsenmiyor. Dahası, bu metinler tamamlanmış da değil. Sürekli ilaveler ve düzeltmelerle sürüp gidiyor. İkincisi, bu metinlerde aranan, çok derin, yeni ufuklar açacak düşünceler değil. Üçüncüsü, bu metinleri belli bir sıra ile okumak gerekmiyor. Konudan konuya, başlıktan başlığa atlayarak okuyabilirsiniz. Bu metinler, klasik anlamda ansiklopedi değil. Çünkü ansiklopedi yazımında gerekli olan niteliklerin pek çoğunu taşımıyorlar. Pek çok yazının sonunda verilen kaynakların doğruluğu kuşkulu. Bu kaynakların sürekliliği de söz konusu değil. Yazı, internetten kaldırıldığı anda, artık “yok” hükmünde.

Adına “sözlük” denen diğer açık-kaynaklar daha da beter durumda. Bu “sözlükler”, yazım tekniğinin hiç bir kuralına uymaksızın yazılıyor ve pek çoğu “iç dökme” dışında bir amaç da taşımıyor. En çok okunanlar arasında yer alan forumlar, sohbet odaları, hatta internet blogları da, sözlüklerden farklı değil. Son 10 yılda moda olan “sosyal paylaşım siteleri” de aynı şekilde. Facebook, linked in, twitter benzeri paylaşım ortamları, adına “serbest yazım” bile diyemeyeceğimiz türden yazılarla dolu.

Yazar bu yeni dalgaya Pseudo-Modernizm (Sahte modernizm) adını veriyor ve ”sahte modernizm akımının kültürel ürünleri, tanımları gereği, eğer birey fiziksel müdahalede bulunmuyorsa yoktur”, diyor. Yazara göre, sahte-modernizm ürünleri yazılı metinlerden ibaret de değil. Örneğin haber programları (ya da haber siteleri), gitgide artan bir ağırlıkla izleyiciyi, ya da dinleyiciyi dahil ediyor. Hatta bu programların bir kısmını doğrudan izleyici yazıyor. (Daha sonra da önceki pasif konumuna geri çekiliyor.)

Son dönemde profesyonel medya kuruluşlarının gitgide artan bir ağırlıkla “internette paylaşılan videolara” yer verdiğini görüyoruz. Artık profesyonel kameramanların, habercilerin, muhabirlerin yaptığı haberler değil, “amatörlerin” çektiği videolar izleniyor. Gazetelerin internet sayfalarında artık kişisel bloglar daha fazla yer tutuyor.

Yazar sahte-modernizme bilgisayar oyunlarını da dahil ediyor. Her ne kadar bu oyunlar, programcısının sınırlarını çizdiği bir ortamda oynanıyorsa da birey, bu oyunların içinde kendi keşiflerini yapıyor, kendi dünyalarını kuruyor, birileriyle kavga ediyor, savaşıyor, devasa ordular kuruyor, sahte bir gerçeklik dünyasında yaşamaya başlıyor. Bu dünyada yaşananlar, bireyin tek ve mutlak gerçekliğine dönüşecek kadar travmatik olabiliyor.

Sahte-modernizmin “par excellence” ürünü ise elbette internet. Birey, sağa sola tıklayarak, daha önceden başkalarının izlemediği yolları izleyerek saatlerce internette “dolaşıyor”. Bu, diyelim ki bir kitabı okumaktan farklı bir etkinlik. Çünkü kitap okurken sayfaları sırayla takip edersiniz. Bu sıra, sizi yazarın kurguladığı bir mantığı izleyerek yönlendirir. Oysa internette böyle bir zorunluluk yok. Wikipedia’dan Ekşi Sözlüğün falanca maddesine, Hürriyet’in internet sayfalarından Mynet Oyun sitesine, Youtube videolarından Facebook sayfalarına, daha önceden belirlenmemiş bir yol izleyerek gezebilirsiniz. Siz bu yolculuğu tamamladığınız anda, izlediğiniz yol da kaybolup gidecek. Başka biri tıpatıp aynı yolu izlemeyecek. O, başka yollardan başka bir gerçekliği yaşayarak geçecek.

Ve elbette yazarın da dikkat çektiği üzere, internetin yol açtığı en büyük zihinsel devrim: “Ben de yapabilirim” inancıdır. Herkes kitap yazamaz, herkes makale kaleme alamaz, herkes karikatür çizemez, oyun senaryosu oluşturamaz; Ancak herkes bir blog açabilir. Herkes bir tweeter mesajı atabilir. Herkes facebook sayfasına sahip olabilir. Kendi bloguna sağdan soldan topladığı bir kaç resim ekleyebilir, “bugün kendimi acaip cool hissediyorum” twitleyebilir. Arkadaşının facebook duvarına “Slm, Nbr?” yazabilir. Sonra Football Manager oyununu açıp, gerçek hayatta küme düşmüş takımına Messi’yi, Ronaldo’yu satın alıp Süper Kupa şampiyonu yapabilir. Günümüzde milyonlarca insan gününü bunları yaparak geçiriyor.

Sahte-modernizm’de sinema radyo gibi “eski” araçlar da dönüşüyor. Sahte-modernizmin dünyasında, bilgisayar yardımıyla üretilmiş animasyon kahramanlarından oluşan binlerce kişilik ordular savaşıyor, ışık ve ses efektleriyle, hem de 3 boyutlu olarak hayali dünyalar yaratılıyor, gerçekte varolmayan kahramanlar arasında (örneğin Shrek ve Fiona) aşk ilişkileri yaşanıyor. Şimdi sinema yapımcıları, “izleyiciyi” de senaryoya dahil edecek teknikler üzerinde çalışıyorlar. Fikir babası da elbette bizim sevgili yazarımız Philip K. Dick. 1990 yılında çevrilen ve başrolünde Armold Schwarzenegger’in oynadığı Total Recall filmini hatırlayın. Bu film, Dick’in We can remember it for you wholesale (Sizin için toptan hatırlayabiliriz) isimli kısa öyküsünün uyarlamasıdır. Çok yakında bu filmdekine benzer biçimde kendimizi “hayal ettiğimiz” senaryolarda baş aktör/baş aktrist olarak bulursak şaşırmayalım.

Dr. Alan Kirby, The Death of Postmodernism And Beyond isimli makalesinde, televizyonculuk dünyasından örnekler verirken, teletekstlere, alışveriş kanallarına, yarışma ve piyango programlarına dikkat çekiyor. İzleyicinin telefonla (pek yakında görüntülü telefonla) evinden katıldığı canlı programlar, reality show’ları, televizyon yayınları sırasında telefonun tuşlarına basarak oynadığı bilgisayar oyunları, şarkı yarışmalarına SMS gönderilerek yapılan oylamalar, anketler, kamuoyu yoklamaları ve daha pek çok unsur, televizyonculuk dünyasının nereye gittiğini şimdiden haber veriyor.

Yazar, haklı olarak sahte-modernizm’de kültür unsurlarının sıradanlığına ve bayağılığına dikkat çekiyor. Geçmiş dönemlerde sinema, edebiyat, radyo, televizyon izlencelerindeki sözel ve düşünsel zenginlik gitgide kayboluyor. Son derece bozuk bir konuşma dili ve sokak argosu, sıradan fikirler, sıradan kurgularla dolu, yazarın ifadesiyle, bir “kültür çölü” içinde yaşıyoruz. Yazar bu ortamı, “a storm of human activity producing almost nothing of any lasting or even reproducible cultural value” (kalıcı, hatta kültürel olarak yeniden üretilme değeri taşıyan hiç bir şey içermeyen bir insan etkinliği fırtınası) olarak nitelendiriyor.

“Moreover, the activity of pseudo-modernism has its own specificity: it is electronic, and textual, but ephemeral.” (Dahası, sahte modernizm etkinliği kendine has özellikler taşıyor: Elektronik, metinsel ve geçici.)

Acaba?

Devam edeceğiz.

Tuncer Şengöz

Sosyonomi.com internet sitesinden izinle alıntılanmıştır.

12 Eylül 2012 1 comment
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Edebiyat

Kutlu Doğum Haftası: Merhamet Peygamberi

by Magaradakiler 25 Nisan 2012

İpinle çıktım kuyuya
Kuyuya çıktım ipinle
Dediler, çıkılası değildir kuyu
Karanlıktır, inilir.
İn/dir.
Dedim, nedir ki in?
Mağara, dediler.
Bilgelerine götürdüler.
Bir mağara düşün dostum,dedi
Duvarına gölgeleri yansır hakikatlerin
Gerçek sanırsın.
Ne zaman çıksan dışarı
Görürsün hakikatleri
Güneşi görür söyleyemezsin
Bir mağara düşün dostum yanılgılar ülkesi
Bu yüzden atıyor herkes kendini dışarı
Bu yüzden mi dışarıda hayat?
Bu yüzden mi sergilemek her şeyini güneşin altında ?
Ve hayatı güneşlere taşımak?
Karanlık korkusu bu yüzden mi?
Balkonlar, sokaklar, kalabalıklar…
Bin parçaya bölünmüş gösterişli bedenler
İçeri korkusu mu mahremlerin sergisi?
Özü mağaradan çıkmak olan bir medeniyet düşün
Bir mağara düşün dostum
Bir Hira düşün
Öyle bir mağaraya gir ki
Gölge olduğunu göstersin sana dışardakilerin
Ve öğretsin sana
Merhamet olduğunu karanlıkların
Bil ki bazen görmek için örtmek gerekir
Bazen örtünmek gerekir korkmamak için
Bakmak gerekir bazen
Sırtını güneşe çevirip girmek ıssız mağaralara
Zirvesine çıktığın dağları alt ettim sanma
Mağaralarına in
Merhamet’e sığın Rahman’ın
Bir çocuk gördüm dostum annesini yitirmiş
Bir kadın su verirken bir cana
Bir yolcu gördüm dostum
Yörüngesi şaşırmış
Bir gemi gördüm yaklaşmazken limana
Bir nebi gördüm dostum yetim başı okşarken
Bir nebi
Cennetle müjdelerken
Yörüngeyi taşıdı yolcunun ayağına
Gemiyi liman yaptı denizin ortasına
Dediler, imkansızdır denizi liman yapmak
Bir mağara var dostum
Karanlığı aydınlık
Aydınlık mı? dediler
O tam bizim işimiz
Güneşten gelir bize ekmeğimiz, aşımız
Aydınlanma istersen yoktur bizim eşimiz
Bir bilge var şu dağda yüreğimiz başımız
Görmek istiyorsan ışığa sığın
Güneşi al arkana aydınlansın önlerin
Mağarandan çık
Gözünü kullan
Yine de bil
Bir ateştir aydınlık
Bil yine de dedi bilge
Bir ateştir aydınlık
Bu yüzden mi bu güneş?
Bu yüzden mi bu sahil?
Bu yüzden mi yakıyor geceri aydınlık
Azalıyor yıldızlar karardıkça geceler
Bu yüzden mi benziyor silahlar güneşe?
Çözülmüş beyin gibi çıkıyor gökyüzüne
Bu yüzden mi gözlerim yüreklerimden üstün?
Bu yüzden mi bilincim kulaklarıma küskün?
Bir medeniyet düşün dostum
Aklı fikri göz olan
Bir kulaktı oysa karanlıkları gören
Bir vahiy bir ses
Bir elçiyi dinledim merhametten bir halka
Etrafında çevrilmiş anlatıyordu bir halka
Bir nebi dinledim dostum
Sözü yıldız parçalar
Dinledikçe gönlümde birleşiyor parçalar
Bir nebi gördüm dostum
Bir çocuk taşıyordu sonsuz secdelerinde
Merhamet taşıyordu
Taşımak mı? dediler
O işi bize bırak
Deniz bize deredir
Yakındır bize ırak
Taşımakla kuruldu bu belde bu saltanat
Bir şair var orada
Her kelimesi sanat
Dedi,bak şu tepeye kanat yüklü insanlar
Dedim,nedir ki bunlar neden kanatları var
Dedi, bazısı var kanatla uçayım der
Gökyüzüne varayım bulut olsun bana yer
Dedim, uçmak için değil mi bu kanatlar
Dedi ,uçası değil acınası insanlar
Dedi, onlar hayatta aşağı düşecekler
Unutma her düşenin mutlaka kanadı var
Dedim ki, her birimiz düşesi değil miyiz?
Öyle buyurdu şair susası değil miyiz?
Bu yüzden mi bu düşüş, bu çöküntü, bu uçuş?
Kanatlarımız var da uçmaya mı çalıştık?
Ya da düşmek bitmezken kanada mı alıştık?
Gözlerimiz bundan mı her daim yukarılarda?
Uçamaya çalışırken kırıldı kanadımız
Bu yüzden mi uçaklar, füzeler, salıncaklar?
Bu yüzden mi bulutlar, ulaşılmaz umutlar?
Bir medeniyet düşün dostum düşmeyi uçmak sanan
Bir kanat düşün dostum düşmek için olmayan
Bir kanat düşün dostum alemleri kapsayan.
Dostum
Bir rahmet düşün
Bir kanat
Bir ufuk
Bir kanat nasıl tutar düşmeyi diye sorma
Düşmek mekanda olur
Bunu mekana yorma
Bir nebi düşün dostum
Mekanı zaman kılan
Bir düşüş düşün dostum
Zaman içinde olan
Bir düşüş düşün dostum
Zamanda uçmak olan
Mekan zaman, dediler
Anahtarı bizdedir
Dünyayı biz küçülttük
Zaman elimizdedir
Bilgeleri şairi artık geçmişte bırak
Zaman senin zamanın
Sadece kendine bak
Kendime baktım şimdi
Kıılmış bir çift kanat
İster düşlere uyan
İstersen gerçeğe yat
Bir düşüş düştü alem
Ayrıldık sandı Senden
Sen gelince gül oldu
Gül oldu güller senden
Şimdi ipinle çıktım kuyuya
Kuyuya çıktım ipinle
Ve burası kuyu değilse?
Ve bu çıkış inişse?
Ve bu ip Seninse?
İstersen beni burda bırak
Burda ne düşmek, ne kalkmak
Ne mağara, ne uçmak
Ne kanat çırpışı
Ne durmak için zahmet
Her şey düşer gibiyken
Mağaranın dışına
Yalnız Seni düşünmek…
Seni düşünmek Rahmet…
Merhamet Peygamberi…

25 Nisan 2012 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Münir Derman Anlatıyor: Kanarya

by Magaradakiler 30 Mart 2012

Bir dostumun evinde kanarya kuşları gördüm, kafeslerde… Dostum bana cinslerini, çok güzel öttüklerini zevkle anlattı. Güzel sanatkârane yapılmış kafesleri, yiyecekleri, su kapları aman ne tertibat. Görseniz bir defa…

Bunlar uçamazlar. Uçsalar bile serce kuşları bunları gagalar, kör edip öldürürlermiş. Dostum uzun uzadıya bana anlattı. Müsabakalar olurmuş, hangi kuş daha çok ötüyor. Adeta kanarya meraklıları hastalık derecesinde bunlara düşkün…

Bazen de o kadar alıştırılmış ki kafesi açık, odanın içinde dolaşıyor. Sofraya gelip konuşuyor. Sahibi ile konuşur gibi eline başına omzuna konuyorlar.

İnsanlar kuşların seslerini aynen taklit ederler. Bu ağız ve boğazın bir nevi hüneridir. Ama bu seslerle ne demek istiyorlar, onu anlayamıyorlar.

Kuşların da dilleri var ama kimse bilmiyor… Sevinçleri var. Kederleri var. Dertleri var. Istırapları var…

Fakat bu ötüşlerden biz bir şey anlamıyoruz. Hele HAKK’A karşı olan tesbih ve zikirlerini düşünemiyoruz bile… Bu hengâmenin içinde: Bunlarla konuşanlar zikirlerini anlayanlar var, dünya yüzünde… Kuşlarla ahbap olanlar var.

O hele kafese hapsedilmişler, onların diğer uçan, havalarda dolaşan kuşları gördükleri zaman ıstıraplarını duyacak anlayacak insan çok az kalmış. Bunlar da HAKK’IN mahlûku….

Böyle düşünürseniz ne büyük bir zulüm müessesesidir bu anlayabilirseniz… Efendim uçamıyor. Evet, onu insanlar hazırladı. Hürriyetini unutmuş dert ve ıstıraptan artık kuşluktan çıkmış…

Kafeste kuş beslemek insan akıbetini hüsrana çevirir. Kim çevirir diyeceksiniz? Hakiki sahibi “Hz. ALLAH” bunda istisna yoktur. Onların kafeste ötüşleri dertlerinden ıstıraplarından dolayıdır. Bu böyledir. Aksi düşünülemez.

Kanaryaya yanaştım. Kafese parmağımı götürdüm. Ürktü. Fakat biraz sonra sordum:

“Niçin korktun?…”

“Efendim ne zamandan beridir bilmiyorum, kanatlarım var havada uçmuyorum. Gözelerden su içemiyorum. Rızkımı kendi kendime arayamıyorum. Şu küçücük tellerle örtülü kafes içindeyim. Hürriyet diyorlar bilmiyorum. Köle miyim? Esir miyim? Suçlu muyum? Neyim? Bilemiyorum. Su veriyorlar. Yem veriyorlar. Ama bunlar bana zehir gibi acı geliyor. Her gün ötüyorum. Dertlerimi haykırıyorum. Kimse anlamıyor. Artık öyle hâle geldim ki niçin öttüğümü de bilmiyorum. HAKK’IN kaderi bu.

HAKK’a beni buradan halâs eyle diye dua etmekten utanıyorum. Yalnız bize emrolunan HAKK’ı tesbih daima ediyorum. İşte o tesbih anlarında kendimi rahat buluyorum. Bizler dünya için halk edildik. Âhiretimiz bizim yok, insanlar bizi kafese koymakla şu dünyamızı bize zindan ettiler. Fakat kendilerinin âhiretlerini de zindan ettiklerinin farkında değillerdir.

Uçamadan kafese hapsedildim. Uçamadan bu kafeste öleceğim. İşte bizim hayatımız, bu kafes içindeki dert ve ıstıraplarımız hepsi bu…

Sizin gördüklerinizi, bildiklerinizi biz görür ve biliriz. Hem de çok berrak ve açık….

Amma bizim gördüklerimizi, bildiklerimizi siz ne görür ne bilebilirsiniz…

Bizi yaratan buyurur: “Bütün hayvanlar kuşlar. Ağaçlar hepsi şimdi tesbih hâlindedir. Fakat siz bunları ne duyar ne işitirsiniz!” Yalan mı!..”

Resûlullah: “Kuşları kafeslere hapsetmeyiniz.” Hadîs.

Velhasıl kuşu kafese hapsedip bunu bir zevk edinmek Resûl’ün peşinde koşan İslâmın işi değildir. Kanaryaya daha soramadım. Çünkü kafeste alıştığı dertlerinden onu ayırmak için bir çaba olur suallerim, daha üzülecek…

Dostumdan ayrıldım. Uzun bir müddet sonra öğrendim bu merakından vazgeçmiş, bu esirlerini başka bir esirciye devretmiş amma… Hayvan esareti devam ediyor gidiyor. Zavallı kanaryalar ve hapsedilen mahlûklar. Dünya bu… HAKK’ dan ayrıldı mı her şey değişir.

Kimi ağlar.

Kimi güler.

Kimi ağlar güler.

Kimi güler ağlar.

Asıl hüner dertlerdeki inceliği idrak edebilmek, insana dünyanın boşluğunu her an haykırdığını göstermektedir…

Münir Derman

Dr. Münir Derman’ın “Allah Dostu Der ki… Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu” isimli kitabından alıntılanmıştır.

Aşağıdaki yazılar da ilginizi çekebilir.

Münir Derman: Kedi

Münir Derman: Buğday

30 Mart 2012 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
  • 1
  • …
  • 5
  • 6
  • 7
  • 8
  • 9
  • …
  • 14

About Me

About Me

Writer & Reader

Neque porro quisquam est, qui dolorem ipsum quia dolor sit amet, consectetur, adipisci velit, sed.

Keep in touch

Facebook Twitter Instagram Pinterest Tumblr Youtube Bloglovin Snapchat

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

Recent Posts

  • Rachel Corrie

    16 Mart 2024
  • 2023 Kitap Fuarları

    25 Kasım 2022
  • 2022 Kitap Fuarları

    10 Ocak 2022
  • Covid-19 Pandemisi ve Sağlık Çalışanları Üzerindeki Etkileri: Sosyolojik Perspektif

    26 Mayıs 2021
  • 2021 Kitap Fuarları

    29 Ekim 2020

Categories

  • Edebiyat (6)
  • Ekonomi (6)
  • Featured (6)
  • Genel (23)
  • İş Dünyası (9)
  • İslâmi Bakış (11)
  • Kitabiyat (42)
  • Kitap Fuarı (6)
  • Kitap Fuarı Detay (7)
  • Life (2)
  • Moments (7)
  • Nature (5)
  • Sanat (1)
  • Stories (6)
  • Tarih (4)
  • Travel (5)

About me

banner
Soledad is the best selling Blog & Magazine WordPress Theme of this year on Themeforest.

Popular Posts

  • 1

    Writing New Life Chapter

    07 Haziran 2017
  • 2

    Create your DIY Bag

    07 Haziran 2017
  • 3

    My Baby Cactus

    07 Haziran 2017

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram
  • Pinterest
  • Tumblr
  • Youtube
  • Bloglovin
  • Snapchat

@2019 - All Right Reserved. Designed and Developed by PenciDesign


Back To Top
Mağaradakiler
  • Travel