Mağaradakiler
  • Travel
Category:

Genel

Genel

Düşüş Dalgasının Kültürel Kodları-3 / Zaman Duygusunun Yitirilmesi

by Magaradakiler 14 Eylül 2012

Jules Verne, ünlü romanı 80 Günde Devr-i Alem‘i 1873 yılında yazdı. 25 yıl önce patlayan ve Avrupa’yı kasıp kavuran Halkların Baharı sona ermiş, Sanayi Devrimi dünyayı hızla değiştirmeye başlamıştı.

“He was so exact that he was never in a hurry, was always ready, and was economical alike of his steps and his motions. He never took one step too many, and always went to his destination by the shortest cut; he made no superfluous gestures, and was never seen to be moved or agitated. He was the most deliberate person in the world, yet always reached his destination at the exact moment.

He lived alone, and, so to speak, outside of every social relation; and as he knew that in this world account must be taken of friction, and that friction retards, he never rubbed against anybody.” (Around the World in 80 Days, Jules Verne)

(Öylesine dakikti ki, hiç bir zaman acele etmezdi. Her zaman hazırdı, adımlarını ve hareketlerini tutumlu kullanmaya alışmıştı. Hiç bir zaman büyük adımlarla yürümez, gideceği yere en kısa yoldan giderdi.Asla gereksiz bir hareket yapmazdı, bir şeyden etkilenmez ya da tedirgin olmazdı. Yeryüzündeki en tedbirli insan oydu, gene de hedefine tam zamanında ulaşırdı.

Yalnız yaşardı, dolayısıyla her türlü sosyal ilişkinin dışındaydı ve bilirdi ki, bu dünyada her türlü sürtünme dikkate alınmalıydı ve sürtünmeler hızını kestiği için, herhangi biriyle temasta bulunmazdı.)

Jules Verne bize sadece roman kahramanı Phileas Fogg’u değil, aynı zamanda 19. yüzyılda değişmeye başlayan bir davranış modelini anlatıyor: Zamanın ekonomik kullanıldığı, kesinliğin acele ve tedbirsizlikten daha fazla önemsendiği, asıl amacın hedefe ulaşmak olduğu, sosyal ilişkilerin oyalayıcı özelliği nedeniyle dışlandığı bir yaşam tarzı. Sanayi toplumu, dünyayı yepyeni bir anlayış etrafında şekillendirmeye başlamıştı.

Ortaçağ insanı için Jules Verne’in roman kahramanı Fogg’un önemsediği unsurların hiç bir önemi yoktu. Zaman kavramı, belirsiz bir geçmişi ve yaşanan anın kısa kesitlerini anlatıyordu. Değişim öylesine yavaştı ki, zamanın geçtiği sadece güneşin doğup batması ve tarladaki ekinlerin boyunun yükselmesiyle anlaşılıyordu. 300-500 yıl öncesi, yaşanan ana göre büyük farklılıklar göstermediği için, daha sonraki zamanların da farklı olacağı zannedilmiyordu. Sanayi toplumunun tehdit ettiği ortaçağ imparatorlukları zamanı dondurmak istiyorlardı, tebaları da geçip gittiği bile anlaşılmayan zamanın yavaş akışından şikayetçi değillerdi. Ortaçağ toplumunun kesinlik gibi bir kaygısı yoktu. Birşeylerin istenene yaklaşık eşit olması yeterliydi. Zaten ortaçağ toplumlarının kesinliği ölçecek matematik bilgisi ve aletleri de yoktu. Ortaçağ toplumları için kesin ve belirli bir hedef de söz konusu değildi. Hedef olmadığı için de, dakiklik gibi bir kaygı yersizdi. Bin bir ritüelle dolu toplumsallık, ortaçağ insanı için daha önemliydi. Monoton bir şekilde akıp giden yaşam içindeki küçük toplumsal değişimler sayısız toplumsal ritüelle sarıp sarmalanmıştı. Bu nedenle dar bir çevrenin içine sıkışmış toplumsallığın kendisi, bu toplumsallığın doğuracağı sonuçlardan çok daha önemliydi. Evlenmeler, doğumlar, ölümler, yılda bir kez düzenlenen şölenler ve ortaçağ toplumlarını birbirine yapıştıran her türlü toplumsal edim, bu edimlerin doğuracağı sonuçlardan daha fazla dikkate alınıyordu.

Ortaçağın sonunda Britanya adalarında filizlenmeye başlayan sanayi toplumu, ortaçağ toplumunun kültür ve yaşam kodlarını paramparça etti. Sanayi toplumu dakik olmak, zamanı verimli bir şekilde kullanmak zorundaydı. Birbiriyle eşgüdüm içinde çalışmak zorunda olan sanayi işçilerinin üretim bantlarının muhtelif aşamalarında yaptıkları işler, ancak birbirine dakik bir şekilde bağlanırsa istenen sonucu üretiyordu. Bandın bir aşamasındaki gecikme, üretimi, dolayısıyla ürün teslimini aksattığı için sanayi işçileri zamanı dikkatle ve ekonomik bir şekilde kullanmalıydı. Toplumsal ilişkilerin oyalayıcı ve geciktirici karakteri, sanayi toplumu yaygınlaştıkça uyumsuzluklara ve sorunlara neden olduğu için toplumsal ilişkiler dışlandı ve sanayi toplumları “asıl hedefe” odaklandı. Hedef, daha çok mal üretmek, üretilen malı zamanında teslim etmek ve bu rutin süreci hiç durmaksızın işletmekti. Toplumsal ritüellerle kaybedilecek zaman yoktu. “Bir saat gibi tıkır tıkır işleyen” Newton evreni, ancak aynı saatte uyanan, aynı saatte yollara dökülen, aynı saatte işyerlerini ve fabrikaları dolduran, aynı saatte işi bitiren ve aynı saatte dinlenmeye çekilen, kısacası eşzamanlı hareket eden kitlelerle mümkündü. 19 ve 20. yüzyıl toplumları, zaman odaklı bir anlayışla yeniden örgütlenmek zorundaydı.

Yükselen her dalga, kendi sembollerini yaratmakta gecikmez. Londra’nın ünlü saat kulesi Big Ben, 1858 yılında dikildi. Kulenin dört yüzüne yerleştirilen saatler, artık yepyeni bir dönemin başladığını haber veriyordu. 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın tamamına damgasını vuran en önemli sembollerden biri Big Ben oldu.

Yaklaşık bir yüzyıl boyunca toplumlar hızla bu anlayışa göre yeniden örgütlendiler. Bir kaç yüzyıl içinde toplumların zaman anlayışları değişmişti.

20. yüzyılın ilk çeyreği biterken yeni fizik teorileri, içinde yaşadığımız evrenin hareket dinamiğinin Newtoncu evren teorilerinden farklı olduğunu ortaya koymaya başladı. Einstein’in görecelilik kuramları zaman ve kuantum fiziği de çok sağlam bir neden-sonuç ilişkisine bağlıymış gibi görünen evren anlayışımızı değiştirdi. Fizik anlayışımızdaki değişiklik, yorulmakta olan sanayi toplumunun yavaşlayan hızı ile atbaşı gidiyordu. 1960′ların sonunda modernist dalga zirve yaptı. Bir yüzyıl önce zamanı etkin ve verimli kullanma anlayışımız bizi aya taşıdı ve aya ayak basan ilk insanlar, sanayi toplumunun bu büyük zaferini selamlarken, modernist dalga çökmeye başladı.

Sanayi toplumunun tüm kavramları gibi, zaman ve zamanı yönetme anlayışı da güçlü bir eleştiri dalgasıyla sarsıldı.

Onyıllarca en çok satan albümlerden biri olan Dark Side of the Moon‘da Pink Floyd, “her yıl daha da kısalıyor ve zamanı yakalayacak gibi görünmüyoruz, bütün planlar ya hiçliğe çıkıyor, ya da yarım sayfa karalanmış satırlar olarak kalıyor, sessiz bir umutsuzluğa takılıp kalmak İngiliz tarzıdır” sözleriyle modernist toplumun zaman anlayışını eleştiriyordu.

Amerikalı yazar Carl Sandburg’a göre zaman, yaşamın tek gerçek servetiydi ve bu servete ancak, servetin nasıl harcanacağına  bireyin kendisi karar verirse sahip olunabilirdi. Bir başka Amerikalı yazara, Tenessee Williams’a göre zaman, bize hızla yaklaşmakta olan ve pek çok narkotik içeren bir ameliyat tepsisine benziyordu, elbette o ölümcül ameliyatı gerçekleştirmek üzere. Bir başka Amerikalı yazar, William Faulkner’e göreyse saatler zamanı sadece katlediyorlardı; Küçük çarklar döndükçe zaman ölüyordu. Zamanı yaşatmanın tek yolu, saatleri durdurmaktı.

Modernist toplum çökerken, sanatçılar yepyeni bir zaman anlayışına hayat vermeye başladılar: Başkası için değil, benim için zaman! Bu, neredeyse 19. yüzyılın tamamı ve 20. yüzyılın ilk yarısında yükselen bir zaman anlayışına en güçlü itirazdı. Post modernist toplum, ne için zaman ve kimin için zaman sorularını sormaya başlamıştı. Bu sorulara yanıt arayışı, post modernist toplumun bireylerini, kendisinin dışında ve üstünde bir zaman olmadığı anlayışına itmeye başlamıştı. O halde birey kendi zamanına sahip çıkmalıydı. Bu anlayış özgürleştirici bir işlev görüyordu, ancak aynı zamanda toplumlar yavaş yavaş zaman kavramlarını yitirmeye başlamışlardı. Eğer yaşadığım zaman benim sermayemse bu sermayeyi bir üst otoriteye ya da organizasyona, hatta daha ileri giderek gelecek nesillere hediye etmenin ne anlamı vardı ki? Herkesin zamanı kendisine ait olmalıydı.

1980′lerden sonra yükselen kredi genişlemesinin gerisinde de, değişen bu anlayış yatıyor. Tüketim çılgınlıkları, kredi bağımlılığı, yarın yokmuş gibi yaşama motivasyonu, yitirilen zaman anlayışının bir sonucu. Büyük kalabalıklar “anı yaşamaya” çalışıyorlar. Post modernist toplumun özgürlük paradigması, geçmişi ve geleceği sisle kapladıkça, kalabalıklar için sadece yaşanan an kaldı; Akıp giden zaman anlayışı yitirildi.

Tüm düşüş dalgaları, aynı zamanda geçmişe dönüş çabalarıdır. Modernist toplumun kitleleri bir eşgüdüm içinde disiplinli topluluklara dönüştürme çabası, bir yüzyıl sonra post modernist toplumun isyan duvarlarına çarpınca, ortaçağın flu zaman anlayışına doğru bir geri dönüş çabası başladı. Ancak ortaçağ, modernist toplumun dakik ve kesin toplumsal yapısından kaçarak özgürlüklere ulaşılacak bir cennet değil. Ortaçağ karanlık bir dönemin adı; Ortaçağın kültür kodlarıyla modernist toplumun teknolojisini, karmaşık toplumsal yapısını sürdürmek de mümkün değil. 1970′lerden sonra yükselen post modernist ütopya, sadece sisler ardındaki bilinmeyen bir geçmişe duyulan bir özlem. Bu anlamda da bir beşinci dalga karakteri. Tüm beşinci dalgalarda olduğu gibi, bu sefer de önce zihinler çöküyor, maddi çöküş ardından geliyor.

Konu zaman duygusunun yitirilmesi olur da Philip K. Dick’ten söz etmemek olur mu? PKD 1964 yılında Mars’ta Zaman Kayması isimli romanını kaleme aldığında, modernist dalganın en uçlarına yaklaşılıyordu. Dick, Mars’ta Zaman Kayması‘nda başlıca iki konuyu ele alıyordu: Şizofreni ve zamanın fiziği.

Bu romanında PKD, dünyadan kaçarak Mars’a gelen kolonilerin öyküsünü anlatıyor. Dünyada şizofren olduğunu anlayarak Mars’a yerleşen Jack Bohlen, Mars okullarında eğitim veren makina-öğretmenlerden biri olan Tatlı Baba ile konuşuyor:

“Şizofreni, insan uygarlığının karşılaştığı en zor problemlerden biridir. Açıkçası Tatlı Baba, ben Mars’a 22 yaşında ve Corona Şirketi için çalışırken yakalandığım şizofrenik dönemim yüzünden göç ettim. Sağlığım gittikçe bozuluyordu. Karmaşık kent yapısından daha basit, ilkel, ama daha fazla özgürlüğün bulunduğu bir ortama taşınmam gerekiyordu. Baskı, benim için çok büyüktü; ya göç edecek ya da delirecektim. Şu kooperatif binası … içinde kendi süpermarketleri olacak kadar çok insan yaşayan, bir gökdelen gibi yukarı ve aşağı doğru kat kat ilerleyen bir şey hayal edebiliyor musun? Kitapçıda kuyrukta beklerken çıldırdım. Diğer herkes, Tatlı Baba, o kitapçıda bulunan o süpermarketteki herkes, benimle aynı binada yaşıyordu. Bu tek bir binanın toplumuydu Tatlı Baba ve bugün inşa edilen bazılarıyla kıyaslandığındaysa küçük sayılırdı. Buna ne diyorsun? Sana ne düşündüğümü söyleyeyim: Bence bu Devlet Okulu ve siz öğretici makineler, bir başka şizofrenik nesil yetiştireceksiniz, benim gibi bu yeni gezegene iyi uyum sağlayabilmiş halkın çocukları. Bu çocukların yapılarını parçalayacaksınız çünkü onlara, onlar için yaratılmamış bir çevreyi normalmiş gibi kabullenmeyi öğretiyorsunuz. Hatta artık Dünya için bile var olmayan bir ortam … Artık geçersiz bir ortam.” (Mars’ta Zaman Kayması, PKD, Altıkırkbeş Yayınları, S. 103-104)

PKD kahramanı Jack Bohlen, modernist toplumu böyle eleştiriyor. Peki ya bu toplumun yetiştirdiği şizofrenik nesiller? PKD zamanın, “normal” ve şizofren insanlar için farklı olabileceği düşüncesini ortaya atıyor. Biri için daha hızlı geçen zaman, diğeri için ağır çekimde gibi geçiyorsa eğer, hangisinin algıladığı zaman gerçektir? Eğer mutlak bir zaman yoksa, acaba şizofrenlerin farklı hızda akıp giden zamanları içinde geleceği görmek mümkün müdür? Eğer şizofrenler geleceği görebiliyorlarsa, Mars dağlarındaki yatırımların gelecekteki kaderini anlamak mümkün olamaz mı?

PKD, modernist toplumu topa tutarken, sanki bir kaç on sene sonra yükselecek bir dalganın da ipuçlarını yakalamış gibi bizi uyarıyor:  Post modernist ütopya, nihai olarak dönüp dolaşıp modernizmin duvarlarına çarpacak, modernizmin realitesi kaçınılmaz olarak kendisini dayatacaktır.

Peki, modern toplumun kurduğu şizofrenik yapılara isyan ederek post modernist dünyalar hayal eden bizler, şizofrenler gibi – ama istihareye yatarak, ama analitik teknikler kullanarak – geleceği görmeye mi çalışacağız, yoksa Jules Verne’nin modernistleri gibi geleceği inşa etmeye mi?

Tuncer Şengöz

Sosyonomi.com internet sitesinden izinle alıntılanmıştır.

14 Eylül 2012 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Düşüş Dalgasının Kültürel Kodları-2 / Mekan Duygusunun Yitirilmesi

by Magaradakiler 13 Eylül 2012

Matrix filminin unutulmaz sahnelerinden biri: Neo, aynı anı iki kez yaşar (Deja Vu). Trinity Neo’ya ne gördüğünü sorar ve Neo siyah bir kediyi iki kez aynı şekilde gördüğünü söyler. Trinity tam olarak aynı kediyi görüp görmediğini sorar. Neo emin değildir. Morpheus ekibine emirler yağdırırken Trinity Neo’ya Deja Vu’nun ne olduğunu anlatır: Deja Vu, Matrix’te herhangi bir şeyin değiştirildiğini gösterir.

Aşağıdaki video da, Matrix filmi çekilmeden çok önce, 1977 yılında çekilmiş. Konuşan kişi, bizim sevgili yarı-kaçık yazarımız Philip K. Dick. Psikolojik sorunlarının iyice ağırlaştığı bir dönemde Dick, Fransız Bilim Kurgu Konvansiyonu’nda konuşuyor. Dick bu konuşmayı paranoyak kuşkularının derinleştiği bir dönemde yapıyor. Bu onun yaşantısında öyle bir dönem ki, Dick kendisini kimlerin takip ediyor olabileceğine dair uzun listeler yapıyor. FBI’dan Kara Panter’lere, Sovyetler’in telepati deneylerinden uzaylılara hemen hemen herkes Dick’in potansiyel şüpheliler listesinde yer alıyor.

Dick büyük bir ciddiyetle, (konuşmasının bu videoda görünmeyen kısmında) anlattıklarının bilim kurgu olmadığını titizlikle belirttikten sonra devam ediyor: “Biz bir bilgisayarca programlanmış gerçeklik içinde yaşıyoruz ve buna dair tek ipucu, herhangi bir değişken (variable) değiştirildiğinde ortaya çıkıyor. Bu durumda gerçekliğimizde bir değişim (alteration) oluyor. Sanki şimdiki zamanda bir deja-vu yaşıyormuşuz gibi bir hisse kapılıyoruz; Muhtemeldir ki, tamamen aynı biçimde, aynı sözcükleri duyarak… Ben bu izlenimin dikkat çekici ve geçerli olduğunu kabul ediyorum. Hatta şunu söylüyorum: Bu izlenim, zamanın herhangi bir noktasında bir değişkenin değiştirildiği ve yeni bir programlamanın yapıldığının ipucudur. Bu nedenle de, alternatif bir dünya kolu oluşmuştur.“  Philip Dick konuşurken, kız arkadaşı Joan Simpson yüzünde yaygın bir gülümseme ve eğlenme ifadesiyle dinliyor. Seneler sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide Simpson, o gün bir taraftan Dick’i eğlenerek dinlerken, diğer taraftan derin bir hüzne kapıldığını söylüyor: “O olağanüstü beynin düştüğü acınacak” durumdan duyulan bir üzüntü bu.

Sadece Joan Simpson değil, aslında o konferansta Dick’in söylediklerini dinleyerek şok geçiren pek çok insan, daha sonraki yıllarda yükselecek dalganın zihinsel kodlarının inşa edilmekte olduğunun farkında değil. Yıllar sonra gösterime girerek gişe rekorları kıracak olan Matrix üçlemesinin senarist ve yapımcısı Wachowski kardeşler o yıllarda henüz onlu yaşlarında bile değiller. Philip K. Dick (PKD) yazdığı kısa öyküleri, tanesi bir kaç dolara satarak yoksul yaşamını sürdürmek isterken, öyle bir dünya inşa ediliyor ki, bu dünya bir kaç on sene sonra Wachowski kardeşlere, PKD gibi uçuk-kaçık bir kaç insanın hayal ettiklerini filmleştirerek milyonlarca dolarlık servetler kazandıracak. O yıllarda adına elektronik beyin denen makinalar henüz en basit işlemleri bile yapabilecek durumda değil. Yapay zeka tartışmaları ise entellektüel meraklara sahip hayalperestlerin dünyasının konusu.

E.M. Forster, 1879 ile 1970 yılları arasında yaşamış bir İngiliz edebiyatçısı. Kendi çağdaşı diğer düşünürler gibi Forster da çağdaş toplumun sorunları üzerine kafa yormuş. Forster’ın 1908 yılında yazdığı The Machine Stops isimli kısa roman, 1960 ve 70′li yıllarda o zaman kadar yazılmış en çarpıcı Bilim-Kurgu öykülerinden biri seçilmiş. Bu öyküde Forster, bize insan uygarlığının yeryüzünde yaşama yeteneğini kaybettiği ileri bir zamanı anlatıyor.

Forster’ın öyküsü, bir bal peteğine benzeyen, içinde kollu bir sandalye ve okuma masası dışında hiç bir şey olmayan altıgen biçiminde bir odada başlıyor. Sandalyede oturmuş “kundaklanmış bir et yığını” (swaddled lump of flesh), biçiminde bir kadın, önündeki mekanik kolları ve düğmeleri kontrol ederek müzik dinliyor, dünyanın dört bir yanından tanıdığı binlerce arkadaşı ile konuşuyor, hatta onlara “Avustralya Dönemi müziği” hakkında dersler veriyor. İnsanların birbirlerinin yüzünü görmediği, birbirlerine dokunmadığı, zorunlu kalmadıkça seyahat etmediği, yeryüzünün altında kurulmuş milyonlarca odada yaşayıp öldükleri bir dünyadan bahsediyor Forster. Bu dünyayı yöneten bir Makina var. Bu makina, gereksinim duyulan her şeyi sağlıyor. İstenen herhangi bir şeye ulaşmak için bir düğmeye basmak, bir kolu çekmek yeterli. Makina, dünyanın diğer ucundaki insanların seslerini ve görüntülerini de iletiyor; Ancak elbette ki yaklaşık benzerleri olarak. İnsanların tek derdi, “yeterince iyi ve pratik bir düşünce” elde edebilmek. “Zamanın ruhu” (spirit of age) bu dünyada her şeyden daha önemli. Yazıldığı dönem dikkate alındığında, Forster’ın fikirleri, çağdaşlarına göre ne kadar uçuk da olsa, sadece bir yüzyıl sonrasında insanlar böyle bir dünyada yaşıyorlar. Forster The Machine Stops isimli öyküsüyle, “sanal cemaatleri” hayal eden ilk insanlardan biri olarak tarihe geçiyor.

Artık böyle bir dünyada yaşıyoruz. Yukarıdaki videoyu hazırlayanlar, videoda adresi verilen bir de web sayfasıhazırlamışlar. Bu sayfaya girdiğinizde sizi şu yazı karşılıyor: “Thelogoff.org” sayfasını ziyaret ettiğiniz için teşekkürler. Ancak asıl konu, bilgisayarınızı, en azından bir süreliğine kapatmanızdır. O halde defolun!” Son araştırmalara göre Facebook’a kayıtlı kullanıcı sayısı 2010 yılının Aralık ayında 600 milyonu aşmış. Bu kullanıcıların 2010 Aralık ayında F/B’ta harcadıkları zaman ise 49.3 milyon dakikayı bulmuş. Bu rakam bir önceki seneye göre %79 artış anlamına geliyormuş.

Anlaşılan o ki, “makina durana kadar”, E.M. Forster’ın bir yüzyıl önce  hayal ettiği bir dünyaya doğru koşar adım ilerleyeceğiz. Peki acaba buraya nereden geldik? Önce dışsal mekan algımızdaki büyük değişlikliği yaşadık. Büyük zihinsel dönüşüm yaşanmadan önce insan kendisini, içinde yaşadığı mekanın bir parçası olarak görüyordu: Kendisi de, tüm diğer nesneler gibi doğanın bir parçasıydı. İnsan, doğanın belli bölümlerini, belli amaçlar için ayırsa da, ayırdığı parçayı günümüzdeki boyutlarda yalıtmıyordu. İnsanlar yollar, arklar açıyor, binalar inşa ediyorlardı. Bu alanlar, insanların belli işleri yapmak için “ayırdığı” alanlardı. Ancak bu alanlar, insanın yaşam alanlarının çok küçük bir kısmını teşkil ediyordu. Gitgide ayrılmış bu alanlar büyümeye başladı. Bu alanlar büyüdükçe insan daha küçük alanların içine sıkışmaya başladı.

Yolları ele alalım. Yılmaz Güney’in 1970 tarihli Umut filmi, faytoncu Cabbar’ın hazin öyküsünü anlatır. Filmde 1970′lerin başındaki Adana caddelerini görürüz. Bu caddelerde otomobiller, at arabaları ve yayalar beraber hareket ederler. Bu, insanlığın yüzyıllardır alışkın olduğu mekan duygusunun doğal bir sonucudur, çünkü insan zihninde “arabalar için ayrılmış yol” diye bir kavram yoktur. Umut filminde Cabbar’ın faytonunu çeken atlardan birine çarpan otomobil, atın ölümüne neden olur. Sonraki sahnelerden birinde, atın cesedinin şehrin uzaklarında bir yerlerde, açık araziye atıldığı sahneyi görürüz. Cabbar atının arkasından hüzün dolu gözlerle bakar.

PKD’in bir bilgisayar programı içinde yaşadığımızı düşündüğü günlerde Türkiye gibi ülkelerde hala yollar, belli amaçlarla yalıtılmış değildi. Bir kaç on sene içinde önce atlar ve eşekler, daha sonra yayalar yolların dışına atıldı. Yolların kenarlarındaki boş alanlar da otopark amacıyla ayrıldığı için, insanlara sadece dar kaldırımlar kaldı. Kentlerin kalbinde akıp giden yollar artık, sadece makinalara-otomobillere aitti. Kentler büyüdükçe, mahalle ve sokakları ofisler, dükkanlar, lokantalar, alışveriş merkezleri işgal etmeye başladı. Böylece insanların sadece belli amaçlar için gittiği mekanlar bütün şehri kaplamaya başladı. İnsanlar ise, kent merkezlerinden, kentin etrafındaki uydu-kentlere taşındı. Bu uydu kentler de, geçmiş yüzyıllardaki yerleşim anlayışına göre değil, birbirinden yalıtılmış “site” anlayışına göre inşa edilmeye başlamıştı. Kent merkezlerinde insanların topluca bulunabileceği alanlar, işlevleri gereği binlerce insanın birbirleriyle sosyal temas kuramayacağı biçimde inşa edildi. Örneğin AVM’ler … Her gün AVM’lere yüzbinlerce insan geliyor ve gidiyor. Geçmiş zaman çarşı ve pazarlarından farklı olarak, AVM’lerde pek az insan birbiriyle konuşuyor. Ya da günümüzün “mabetleri” stadyumlar, arenalar, spor salonları: On binlerce insanı içine alacak şekilde inşa edilen stadyumlar, birer sosyalleşme alanı değil, insanların bir büyük topluluk içinde kendi iradesini, bireyselliğini eriteceği “kazanlar” olarak işlev görüyor. Meydanlara ve bu meydanlarda düzenlenen mitinglere gelince … Günümüzde meydanlar artık, insanların kaynaşacağı, fikir alışverişinde bulunacağı, sözcüğün kökeninin çağrıştırdığı biçimde (meet) tanışacağı alanlar değil. Bu alanlarda ya büyük kutlamalar yapılıyor (örneğin yılbaşı ya da şampiyonluk kutlamaları) ya da bireysel kimlikler, bir “Führer”in attığı nutuk dinlenerek topluluk kimliği içinde eritiliyor. Büyük pop-müzik konserleri, sine-vizyon gösterileri,vb. hep aynı işlevi görüyor. İnsanların topluluk içinde kendi etkinliklerini gerçekleştirebileceği alanlar ise küçüldükçe küçülüyor. Yüzyılların alışkanlığı ile yolların kenarlarındaki daracık yeşil alanlarda mangal yakarak piknik yapmaya çalışanlara “ilkeller” gözüyle bakılıyor; Yol kenarında bir müzik enstrümanı çalanlara ise dilenci.

Böylece insanlar yavaş yavaş dış mekan kavramlarını yitiriyorlar. İç mekanlar ise uzunca bir zamandır televizyonların, radyoların, video cihazlarının işgali altında. Aileler sohbet etmek için değil, beraberce televizyon ya da video izlemek için biraraya geliyorlar. Reklamlar, bir ürünün tanıtımından ziyade, bir davranış modelinin öğretilmesi işlevini görüyor. Reklamların çoğunda, önlerinde kocaman tabakların içinde çerezlerle bir televizyonun karşısına dizilmiş insanlar görüyoruz. Bu insanlar birbirleriyle en basit sözcüklerle bile konuşmuyor, büyülenmiş bir şekilde karşılarındaki televizyonu seyrediyorlar. Sonra o televizyonun içinde bir şeyler oluyor, insanlar hopluyor, zıplıyor, birbirine sarılıyor. Daha sonra biraz önceki afazik konumlarına geri dönüyor ve kaldıkları yerden izlemeye devam ediyorlar. Bu patolojik durum, izlenen şey- her neyse- sona erene kadar devam ediyor. Bu şekilde mekan duygusunu yitire yitire yalnızlaşan, içe kapanan bireyler, son bir kaç on yılda büyük bir hızla yaygınlaşan internet sayesinde “sosyalleşecekleri” yeni bir alan buldular: İnternet.

The Machine Stops‘ta anne Vashti, dünyanın diğer ucundaki Kuno ile “yuvarlak bir levha vasıtasıyla konuşuyor”. “Çabuk ol, diyor Vashti, burada karanlıkta zaman kaybediyorum.” “Seni daha önce aradım anne, diyor Kuno, ama sen daima ya meşgulsün ya da yalıtılmış.” “Neden pnömatik posta ile göndermiyorsun”, diye soruyor Vashti. “Seni görmek istiyorum”, diyor Kuno. Vashti cevap veriyor: “Ben seni zaten görüyorum. Daha fazlasına ne gerek var ki?” Öyküdeki yuvarlak levhayı bilgisayar ekranı, pnömatik postayı da e-posta ile değiştirin, günümüz dünyasının sıradan kesitlerinden birini göreceksiniz. Bir yüzyıl öncesinin insanı için dehşet verici bir dünyanın içindeki bu duygusuz iletişimi bizler, günümüzde yaşıyor ve hiç yadırgamıyoruz. E.M. Forster’ın hayali dünyasında Vashti için “odası, hiç bir şey içermese de, yeryüzünde önemsediği her şeyle temas halinde olmasını sağladığı için” yeterli bir mekan. Dünyanın “çirkin kahverengi yüzünü, ya da yaşadığı yerden hiç de farklı olmayan başka bir kenti görmek için seyahat etmeye ne gerek var ki?” (Aynı düşünceyeAldous Huxley’in makalesinde rastlamıştık.) Vashti için herhangi bir şeyin yeterince iyi olduğu bir dünyada yaşamak ve bu dünyanın içinde kendisine herhangi bir fikir verecek bir şeylerle uğraşmak yeterli. Böylece bir kaç on yıl içinde yavaş yavaş mekan duygusunu yitiren insanlık, sadece 30 yıl önce, PKD’in bir bilim kurgu konvansiyonunda ifade ettiği düşünceleri büyük bir iştahla kabul edeceği bir aşamaya ulaştı. “Acaba bir bilgisayar programının içinde mi yaşıyoruz?” düşüncesinin yüksek sesle ve yaygın bir şekilde tartışıldığı günümüzde yitirilen, sadece mekan duygusu da değil. “Kendi bireyselliğini gerçekleştirme” ilüzyonu içindeki “sahte modernist” kitleler aynı zamanda “gerçeklik algılarını ve zaman duygularını” da yitirdiler.

Devam edeceğiz.

Tuncer Şengöz

Sosyonomi.com internet sitesinden izinle alıntılanmıştır.

13 Eylül 2012 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Düşüş Dalgasının Kültürel Kodları-1 / Sahte Modernizm

by Magaradakiler 12 Eylül 2012

Yönetmen Ridley Scott’un 1982 tarihini taşıyan Blade Runner filminin müthiş final sahnesi. Filmi izlememiş olanlar için kısaca özetlemek gerekirse, 2019 yılının Los Angeles şehrindeyiz. Yeryüzünde doğal yaşam ağır hasara uğramış, bütün hayvan türleri yok olmuş. İnsanlar artık hayvan besleyemedikleri için, gerçek hayvanlara çok benzeyen robot hayvanların, balmumu taklitlerin, hayvan oyuncaklarının alınıp satıldığı pazarlar oluşmuş. Kentler milyonlarca insanın yığıldığı demir ve beton yığınlarına dönüşmüş. Dünya dışındaki gezegenlerin madenlerinde çalıştırılmak üzere replicant denen androidler üretilmiş. Replicant’lar gerçek insanlara o kadar çok benziyorlar ki, kimin insan, kimin android olduğunu anlamak için tek yol, blush response testleri uygulamak. Bu testlerde deneğe psikolojik yüklemeler yapılıyor ve bu esnada göz kaslarının verdiği tepkiler izleniyor. Androidler ancak bu testlerde göz kasları tepki vermediği için açığa çıkartılabiliyor.  Beyinlerine gerçek insanların anıları yüklendiği için, replicantlar yapay insanlar olduklarını bilmiyorlar; Kendilerini gerçek insan zannediyorlar.

Yeryüzünde yaşamaları yasaklanmış olan Nexus serisi replicant’lardan bazılarının, Mars madenlerinde isyan ederek yeryüzüne döndüğü öğreniliyor. Bu replicantların “emekli edilmesi”, yani öldürülmesi gerekiyor. Rick Deckard (Harrison Ford) bu karanlık dünyada bir replicant avcısı. Görevi, yeryüzüne dönen replicantları bulup yok etmek. Filmin son sahnesine kadar Deckard’ın replicant avlarını izliyoruz. Hepsini teker teker “emekli ediyor” ve geriye sadece son replicant Roy Batty (Rutger Hauer) kalıyor. En güçlü ve en zeki replicant olan Batty, filmin en sonunda tam Deckard’ı yenmek üzereyken, anlaşılmaz bir şey oluyor. Yüksek bir binanın tepesinden düşmek üzere olan Deckard’a tepeden bakarak Batty şöyle diyor:

Quite an experience to live in fear, isn’t it? That’s what it is to be a slave. (Korku içinde yaşamak konusunda çok deneyimlisin, değil mi? İşte köle olmak böyle bir şeydir.)

Sonra Deckard’ı kolundan yukarıya çekiyor. Olduğu yere çöküyor ve fonda Vangelis çalarken, sinema tarihinin en güzel sahnelerinden birinin unutulmaz sözlerini söylüyor:

I’ve seen things you people wouldn’t believe. Attack ships on fire off the shoulder of Orion. I watched C-beams glitter in the dark near the Tannhauser gate. All those moments will be lost in time… like tears in rain… Time to die. (Sizlerin inanamayacağı şeyler gördüm. Orion’un sırtında ateş altındaki gemileri, Tannhauser kapısı yakınlarında, karanlıkta ışıldayan C-ışınlarını seyrettim. Bütün bu zamanlar yok oldu gitti… Aynı, yağmurdaki gözyaşları gibi … Artık ölüm zamanıdır.)

Türkiye’de Bıçak Sırtı adıyla gösterime giren Blade Runner, bir Philip K. Dick romanının uyarlaması. Dick, benim fanatik bir tutkuyla okuduğum yazarların başında geliyor. Dick romanlarında öylesine şaşırtıcı ve düşündürücü unsurlar var ki, yazdığı her bir metin, sanki her okumada yeniden keşfedilen bir derya gibi: Sarsıcı, eğitici ve her türlü spekülasyona açık.

Blade Runner filminin son sahnesini ele alalım: Hangisi insan, hangisi replicant? Sadece öldürme arzusuyla güdülenmiş olan Deckard mı, yoksa rakibinin içine düştüğü çaresiz durumda bile soylu bir ölüme razı olan Batty mi? Hangisi köle? Yaşama güdüsünün kölesi olmuş Deckard mı, yoksa dünya dışı madenlerde çalışmak zorunda bırakılmışlığına isyan eden Batty mi? Hangi yaşam daha anlamlı? Para kazanmak için replicant avına çıkan Deckard’ın hayatı mı, yoksa galaksinin dört bir yanında kimsenin inanamayacağı olaylara tanıklık etmiş Batty’ninki mi? Hangisi daha güçlü? bir damdan diğerine atlayamayan Deckard mı, yoksa bir adımda diğer tarafa geçmeyi başaran Batty mi?

İşte Dick romanları böyle sorular sorduruyor. Sizi, her romanında kaos içindeki bir dünyaya sokuyor, o dünyada her gün yaşadığınız gerçekliği lime lime ediyor ve hiç düşünmediğiniz sorularla başbaşa bırakıveriyor. Bütün Dick romanlarındaki kahramanlar sıradan insanlardır. Pek çoğunun bağışlanmaz zaafları vardır. Bir kısmı -aynı Dick’in kendisi gibi- ağır psikolojik sorunlarla boğuşan insanlardır. Dick roman kahramanlarının hiç birini yüceltmez. Onlara, gerçek dışı ya da gerçek üstü roller oynatmaz. Ancak her kitabında döner dolanır aynı soruyu sorar: Gerçek nedir?

Sosyonomi.com’un Facebook sayfasında, ilginç bulduğum ve okumaya değer olduğunu düşündüğüm yazı ve haberleri paylaşıyorum. Ne yazık ki bu yazıların çok büyük çoğunluğu İngilizce. Türkçe yazı ve haberlerin çoğu öylesine sığ, öylesine sıradan ki, bu yazılara harcanacak zamanın boşa geçmiş zaman olduğunu düşünüyorum. Kaliteli olanların da çoğu çeviri zaten. Fakat çeviriler bile öylesine kötü ki, onları anlamak için ikinci bir çeviriye ihtiyaç var!

Sosyonomi.com’un Facebook sayfasında paylaştığım haber ve yazıların bir kısmını, kendi yazılarımda referans göstererek kullanıyorum. Bir kısmını ise, ileride yararlanmak üzere arşivliyorum.

Bugün internette dolaşırken karşılaştığım bir makalede tekrar karşıma çıktı Philip K. Dick. The Death of Postmodernism And Beyond isimli bu makalede Dick’in, Blade Runner filmine esin konusu olan Do Androids Dream of Electric Sheep? (Androidler elektrikli koyun düşler mi?) romanından, post-modern edebiyatın örneklerinden biri olarak kısaca söz ediliyordu. Yazarın asıl tartıştığı konu, Post-Modernizmin ölümü idi.

Yazar öncelikle Post-modernizm hala yaşıyor mu, yoksa romantisizm ve modernizm gibi, post-modernizm de ömrünü tamamladı mı sorusuna cevap arıyor. Bu arayışta ilk tespiti şu: Üniversitelerde post-modern edebiyat olarak okutulan tür,  bu dersleri alan öğrenciler dünyaya gelmeden önce yazılmış, başka bir dünyayı anlatan metinlerden oluşuyor. Yazara göre bu metinler o kadar eski ki, yeniden canlandırılmaları mümkün değil. Oysa sözünü ettiği metinler sadece bir kaç on yıl öncesine ait. Gene de yazar, pek çoğu 1980′lerde yazılmış romanların çok gerilerde kalmış “başka bir dünyayı” anlattığı konusunda haksız değil. Makalenin devamında verdiği örneklerle bu düşüncesini fazlasıyla güçlü bir şekilde gerekçelendiriyor.

Örneğin, daha önceki bütün düşünce akımlarını sürükleyen edebi metinlerin, yazarı tarafından yazılmış ve tamamlanmış metinler olduğuna dikkat çekiyor. ”Okuyucu” bu metinlerin öznesi değil, “kullanıcısı”, ya da “tüketicisi” konumunda idi. Oysa günümüzde en çok okunan metinler böyle değil. Yazar Wikipedia örneğini veriyor. Birincisi, bu yeni metinleri kimin ya da kimlerin yazdığı önemsenmiyor. Dahası, bu metinler tamamlanmış da değil. Sürekli ilaveler ve düzeltmelerle sürüp gidiyor. İkincisi, bu metinlerde aranan, çok derin, yeni ufuklar açacak düşünceler değil. Üçüncüsü, bu metinleri belli bir sıra ile okumak gerekmiyor. Konudan konuya, başlıktan başlığa atlayarak okuyabilirsiniz. Bu metinler, klasik anlamda ansiklopedi değil. Çünkü ansiklopedi yazımında gerekli olan niteliklerin pek çoğunu taşımıyorlar. Pek çok yazının sonunda verilen kaynakların doğruluğu kuşkulu. Bu kaynakların sürekliliği de söz konusu değil. Yazı, internetten kaldırıldığı anda, artık “yok” hükmünde.

Adına “sözlük” denen diğer açık-kaynaklar daha da beter durumda. Bu “sözlükler”, yazım tekniğinin hiç bir kuralına uymaksızın yazılıyor ve pek çoğu “iç dökme” dışında bir amaç da taşımıyor. En çok okunanlar arasında yer alan forumlar, sohbet odaları, hatta internet blogları da, sözlüklerden farklı değil. Son 10 yılda moda olan “sosyal paylaşım siteleri” de aynı şekilde. Facebook, linked in, twitter benzeri paylaşım ortamları, adına “serbest yazım” bile diyemeyeceğimiz türden yazılarla dolu.

Yazar bu yeni dalgaya Pseudo-Modernizm (Sahte modernizm) adını veriyor ve ”sahte modernizm akımının kültürel ürünleri, tanımları gereği, eğer birey fiziksel müdahalede bulunmuyorsa yoktur”, diyor. Yazara göre, sahte-modernizm ürünleri yazılı metinlerden ibaret de değil. Örneğin haber programları (ya da haber siteleri), gitgide artan bir ağırlıkla izleyiciyi, ya da dinleyiciyi dahil ediyor. Hatta bu programların bir kısmını doğrudan izleyici yazıyor. (Daha sonra da önceki pasif konumuna geri çekiliyor.)

Son dönemde profesyonel medya kuruluşlarının gitgide artan bir ağırlıkla “internette paylaşılan videolara” yer verdiğini görüyoruz. Artık profesyonel kameramanların, habercilerin, muhabirlerin yaptığı haberler değil, “amatörlerin” çektiği videolar izleniyor. Gazetelerin internet sayfalarında artık kişisel bloglar daha fazla yer tutuyor.

Yazar sahte-modernizme bilgisayar oyunlarını da dahil ediyor. Her ne kadar bu oyunlar, programcısının sınırlarını çizdiği bir ortamda oynanıyorsa da birey, bu oyunların içinde kendi keşiflerini yapıyor, kendi dünyalarını kuruyor, birileriyle kavga ediyor, savaşıyor, devasa ordular kuruyor, sahte bir gerçeklik dünyasında yaşamaya başlıyor. Bu dünyada yaşananlar, bireyin tek ve mutlak gerçekliğine dönüşecek kadar travmatik olabiliyor.

Sahte-modernizmin “par excellence” ürünü ise elbette internet. Birey, sağa sola tıklayarak, daha önceden başkalarının izlemediği yolları izleyerek saatlerce internette “dolaşıyor”. Bu, diyelim ki bir kitabı okumaktan farklı bir etkinlik. Çünkü kitap okurken sayfaları sırayla takip edersiniz. Bu sıra, sizi yazarın kurguladığı bir mantığı izleyerek yönlendirir. Oysa internette böyle bir zorunluluk yok. Wikipedia’dan Ekşi Sözlüğün falanca maddesine, Hürriyet’in internet sayfalarından Mynet Oyun sitesine, Youtube videolarından Facebook sayfalarına, daha önceden belirlenmemiş bir yol izleyerek gezebilirsiniz. Siz bu yolculuğu tamamladığınız anda, izlediğiniz yol da kaybolup gidecek. Başka biri tıpatıp aynı yolu izlemeyecek. O, başka yollardan başka bir gerçekliği yaşayarak geçecek.

Ve elbette yazarın da dikkat çektiği üzere, internetin yol açtığı en büyük zihinsel devrim: “Ben de yapabilirim” inancıdır. Herkes kitap yazamaz, herkes makale kaleme alamaz, herkes karikatür çizemez, oyun senaryosu oluşturamaz; Ancak herkes bir blog açabilir. Herkes bir tweeter mesajı atabilir. Herkes facebook sayfasına sahip olabilir. Kendi bloguna sağdan soldan topladığı bir kaç resim ekleyebilir, “bugün kendimi acaip cool hissediyorum” twitleyebilir. Arkadaşının facebook duvarına “Slm, Nbr?” yazabilir. Sonra Football Manager oyununu açıp, gerçek hayatta küme düşmüş takımına Messi’yi, Ronaldo’yu satın alıp Süper Kupa şampiyonu yapabilir. Günümüzde milyonlarca insan gününü bunları yaparak geçiriyor.

Sahte-modernizm’de sinema radyo gibi “eski” araçlar da dönüşüyor. Sahte-modernizmin dünyasında, bilgisayar yardımıyla üretilmiş animasyon kahramanlarından oluşan binlerce kişilik ordular savaşıyor, ışık ve ses efektleriyle, hem de 3 boyutlu olarak hayali dünyalar yaratılıyor, gerçekte varolmayan kahramanlar arasında (örneğin Shrek ve Fiona) aşk ilişkileri yaşanıyor. Şimdi sinema yapımcıları, “izleyiciyi” de senaryoya dahil edecek teknikler üzerinde çalışıyorlar. Fikir babası da elbette bizim sevgili yazarımız Philip K. Dick. 1990 yılında çevrilen ve başrolünde Armold Schwarzenegger’in oynadığı Total Recall filmini hatırlayın. Bu film, Dick’in We can remember it for you wholesale (Sizin için toptan hatırlayabiliriz) isimli kısa öyküsünün uyarlamasıdır. Çok yakında bu filmdekine benzer biçimde kendimizi “hayal ettiğimiz” senaryolarda baş aktör/baş aktrist olarak bulursak şaşırmayalım.

Dr. Alan Kirby, The Death of Postmodernism And Beyond isimli makalesinde, televizyonculuk dünyasından örnekler verirken, teletekstlere, alışveriş kanallarına, yarışma ve piyango programlarına dikkat çekiyor. İzleyicinin telefonla (pek yakında görüntülü telefonla) evinden katıldığı canlı programlar, reality show’ları, televizyon yayınları sırasında telefonun tuşlarına basarak oynadığı bilgisayar oyunları, şarkı yarışmalarına SMS gönderilerek yapılan oylamalar, anketler, kamuoyu yoklamaları ve daha pek çok unsur, televizyonculuk dünyasının nereye gittiğini şimdiden haber veriyor.

Yazar, haklı olarak sahte-modernizm’de kültür unsurlarının sıradanlığına ve bayağılığına dikkat çekiyor. Geçmiş dönemlerde sinema, edebiyat, radyo, televizyon izlencelerindeki sözel ve düşünsel zenginlik gitgide kayboluyor. Son derece bozuk bir konuşma dili ve sokak argosu, sıradan fikirler, sıradan kurgularla dolu, yazarın ifadesiyle, bir “kültür çölü” içinde yaşıyoruz. Yazar bu ortamı, “a storm of human activity producing almost nothing of any lasting or even reproducible cultural value” (kalıcı, hatta kültürel olarak yeniden üretilme değeri taşıyan hiç bir şey içermeyen bir insan etkinliği fırtınası) olarak nitelendiriyor.

“Moreover, the activity of pseudo-modernism has its own specificity: it is electronic, and textual, but ephemeral.” (Dahası, sahte modernizm etkinliği kendine has özellikler taşıyor: Elektronik, metinsel ve geçici.)

Acaba?

Devam edeceğiz.

Tuncer Şengöz

Sosyonomi.com internet sitesinden izinle alıntılanmıştır.

12 Eylül 2012 1 comment
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Münir Derman Anlatıyor: Kanarya

by Magaradakiler 30 Mart 2012

Bir dostumun evinde kanarya kuşları gördüm, kafeslerde… Dostum bana cinslerini, çok güzel öttüklerini zevkle anlattı. Güzel sanatkârane yapılmış kafesleri, yiyecekleri, su kapları aman ne tertibat. Görseniz bir defa…

Bunlar uçamazlar. Uçsalar bile serce kuşları bunları gagalar, kör edip öldürürlermiş. Dostum uzun uzadıya bana anlattı. Müsabakalar olurmuş, hangi kuş daha çok ötüyor. Adeta kanarya meraklıları hastalık derecesinde bunlara düşkün…

Bazen de o kadar alıştırılmış ki kafesi açık, odanın içinde dolaşıyor. Sofraya gelip konuşuyor. Sahibi ile konuşur gibi eline başına omzuna konuyorlar.

İnsanlar kuşların seslerini aynen taklit ederler. Bu ağız ve boğazın bir nevi hüneridir. Ama bu seslerle ne demek istiyorlar, onu anlayamıyorlar.

Kuşların da dilleri var ama kimse bilmiyor… Sevinçleri var. Kederleri var. Dertleri var. Istırapları var…

Fakat bu ötüşlerden biz bir şey anlamıyoruz. Hele HAKK’A karşı olan tesbih ve zikirlerini düşünemiyoruz bile… Bu hengâmenin içinde: Bunlarla konuşanlar zikirlerini anlayanlar var, dünya yüzünde… Kuşlarla ahbap olanlar var.

O hele kafese hapsedilmişler, onların diğer uçan, havalarda dolaşan kuşları gördükleri zaman ıstıraplarını duyacak anlayacak insan çok az kalmış. Bunlar da HAKK’IN mahlûku….

Böyle düşünürseniz ne büyük bir zulüm müessesesidir bu anlayabilirseniz… Efendim uçamıyor. Evet, onu insanlar hazırladı. Hürriyetini unutmuş dert ve ıstıraptan artık kuşluktan çıkmış…

Kafeste kuş beslemek insan akıbetini hüsrana çevirir. Kim çevirir diyeceksiniz? Hakiki sahibi “Hz. ALLAH” bunda istisna yoktur. Onların kafeste ötüşleri dertlerinden ıstıraplarından dolayıdır. Bu böyledir. Aksi düşünülemez.

Kanaryaya yanaştım. Kafese parmağımı götürdüm. Ürktü. Fakat biraz sonra sordum:

“Niçin korktun?…”

“Efendim ne zamandan beridir bilmiyorum, kanatlarım var havada uçmuyorum. Gözelerden su içemiyorum. Rızkımı kendi kendime arayamıyorum. Şu küçücük tellerle örtülü kafes içindeyim. Hürriyet diyorlar bilmiyorum. Köle miyim? Esir miyim? Suçlu muyum? Neyim? Bilemiyorum. Su veriyorlar. Yem veriyorlar. Ama bunlar bana zehir gibi acı geliyor. Her gün ötüyorum. Dertlerimi haykırıyorum. Kimse anlamıyor. Artık öyle hâle geldim ki niçin öttüğümü de bilmiyorum. HAKK’IN kaderi bu.

HAKK’a beni buradan halâs eyle diye dua etmekten utanıyorum. Yalnız bize emrolunan HAKK’ı tesbih daima ediyorum. İşte o tesbih anlarında kendimi rahat buluyorum. Bizler dünya için halk edildik. Âhiretimiz bizim yok, insanlar bizi kafese koymakla şu dünyamızı bize zindan ettiler. Fakat kendilerinin âhiretlerini de zindan ettiklerinin farkında değillerdir.

Uçamadan kafese hapsedildim. Uçamadan bu kafeste öleceğim. İşte bizim hayatımız, bu kafes içindeki dert ve ıstıraplarımız hepsi bu…

Sizin gördüklerinizi, bildiklerinizi biz görür ve biliriz. Hem de çok berrak ve açık….

Amma bizim gördüklerimizi, bildiklerimizi siz ne görür ne bilebilirsiniz…

Bizi yaratan buyurur: “Bütün hayvanlar kuşlar. Ağaçlar hepsi şimdi tesbih hâlindedir. Fakat siz bunları ne duyar ne işitirsiniz!” Yalan mı!..”

Resûlullah: “Kuşları kafeslere hapsetmeyiniz.” Hadîs.

Velhasıl kuşu kafese hapsedip bunu bir zevk edinmek Resûl’ün peşinde koşan İslâmın işi değildir. Kanaryaya daha soramadım. Çünkü kafeste alıştığı dertlerinden onu ayırmak için bir çaba olur suallerim, daha üzülecek…

Dostumdan ayrıldım. Uzun bir müddet sonra öğrendim bu merakından vazgeçmiş, bu esirlerini başka bir esirciye devretmiş amma… Hayvan esareti devam ediyor gidiyor. Zavallı kanaryalar ve hapsedilen mahlûklar. Dünya bu… HAKK’ dan ayrıldı mı her şey değişir.

Kimi ağlar.

Kimi güler.

Kimi ağlar güler.

Kimi güler ağlar.

Asıl hüner dertlerdeki inceliği idrak edebilmek, insana dünyanın boşluğunu her an haykırdığını göstermektedir…

Münir Derman

Dr. Münir Derman’ın “Allah Dostu Der ki… Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu” isimli kitabından alıntılanmıştır.

Aşağıdaki yazılar da ilginizi çekebilir.

Münir Derman: Kedi

Münir Derman: Buğday

30 Mart 2012 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Münir Derman Anlatıyor: Buğday

by Magaradakiler 06 Ocak 2012

Buğday Tarlasında başaklar teşekkül etmeye başladığı ve yeşil olduğu zaman döllenmesi olur. Erkek başaklardaki küçük tozlar rüzgâr tesiri ile tarlanın dalgalanması neticesi bu tozlar dişilere konarlar. Bu döllenme buğdayın olgun hâle gelmesini sağlar. Bu fasileden* arpa, yulaf da böyledir. Bunların daneleri erkek ve dişidir. Bazı mıntıkaların buğdaylarının ve ondan yapılan bulgurun ve nişastanın başka kıymette olması bundan dolayıdır.

Bundan dolayı kabuğu çıkmış buğdaydan, kara değirmende yapılan undan, diğer fennî usullerle yapılan unların besleme kıymeti çok değişir. Buğdayın bol olması, iyi olması, bu döllenmeye bağlıdır. Gübre meselesi değildir.

Bu devirde yağan yağmur bu döllenmeye tabi olur. Yağmurların vaktinde yağmaması veya başka zamanda yağması birçok sebeplere bağlıdır. Yağmur duası bu sebepten yapılır. Bu sebep mânevidir. Bunu bu asırda ifşa etmek doğru değildir. Zira gülünç ve alaylı karşılanır… Hıristiyanlar bile yağmur için dua ederler. Duanın kabulünde yağmur, yıldırım ve gök gürültüsü ile olur.

Yıldırımın, bitkilerin büyümesini temin ettiği fennen bulunmuştur. Yıldırım olmasa bitkiler büyümezler. Atmosferde bulunan azot, bitkilerin yaşaması için elzem olan hayatî bir maddedir. Atmosferin % 80’ini meydana getiren azot hareketsiz bir gaz olduğu için diğer elementlerle birleşmez. Bu yüzden bitkilere yararlı olmaz. Fakat yıldırım sırasında meydana gelen yüksek ısı, havadaki azot ile oksijenin birleşerek nitrojen oksit meydana getirmesini sağlar. Yağmur suyunda eriyen nitrojen oksit, nitrik asit hâline gelir. Nitrik asit ise topraktaki minerallerle birleşerek bitkiler için çok gerekli olan nitratları oluştururlar.

Yonca ekilen yerde 8-10 sene bu yonca biçilir. Çiçek açtığı zaman biçilir… Tohum alınmak istediği zaman, çiçek zamanında oralara yakın arı kovanlarından istifade edilir. Bu döllenmeyi arılar konarak tarlaya yayarlar. Yonca bakliye fasilesindendir.

Resûlü Ekrem buğday ekmeği yedikleri gibi arpa ekmeğine de çok kıymet verir sık sık yerlerdi. Sebebi hikmeti:

1- Sıhhi bakımdan,

2- Mânevî bakımdan

Arpanın üstünde bir kabuk vardır. (Zâten arpa iğ seklindedir, iki tarafı uzundur). Arpadaki yetişme tarzı, buğday gibi ayrı ayrı dişi ve erkeği yoktur. Daneleri dişi ve erkektir.

Bilir misiniz; herkes bunu bilir, zelzeleden hayvanlar haber alırlar, inekler, atlar, kümes hayvanları, kuşlar, yerlerinde bağrışıp tepinirler ve dışarı çıkarlar. Şimdi; Zelzelenin geleceğini anladıklarından mı? Hayır. Rahatsız olduklarından mı böyle yaparlar? Kendi kendine buna izah bul!

Bir buğday başağı 4 sütundur. Beher sütun dizide 9 buğday vardır. 4 sütun dizide 36 buğdaydır. Silsile-i adediyeye göre: 3 + 6 = 9 eder. Bu da esmâ üzeredir. Bütün meyvelerdeki çekirdekler, daneler, dilimler hepsi muayyen adet üzere halk edilmiştir.

Adet kâinatın

Tekâmül hayatın

Birlik ALLAH’ın kanunudur.

Her şey ölçülü hacimli sıkletli yaratılmıştır.

Değişmez.

Zira ALLAH’ın kanunudur…

Münir Derman

Dr. Münir Derman’ın “Allah Dostu Der ki… Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu” isimli kitabından alıntılanmıştır.


* Fasile : Familya, benzer grup.

Aşağıdaki yazılar da ilginizi çekebilir.

Münir Derman: Kedi

Münir Derman: Kanarya

06 Ocak 2012 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5

About Me

About Me

Writer & Reader

Neque porro quisquam est, qui dolorem ipsum quia dolor sit amet, consectetur, adipisci velit, sed.

Keep in touch

Facebook Twitter Instagram Pinterest Tumblr Youtube Bloglovin Snapchat

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

Recent Posts

  • Rachel Corrie

    16 Mart 2024
  • 2023 Kitap Fuarları

    25 Kasım 2022
  • 2022 Kitap Fuarları

    10 Ocak 2022
  • Covid-19 Pandemisi ve Sağlık Çalışanları Üzerindeki Etkileri: Sosyolojik Perspektif

    26 Mayıs 2021
  • 2021 Kitap Fuarları

    29 Ekim 2020

Categories

  • Edebiyat (6)
  • Ekonomi (6)
  • Featured (6)
  • Genel (23)
  • İş Dünyası (9)
  • İslâmi Bakış (11)
  • Kitabiyat (42)
  • Kitap Fuarı (6)
  • Kitap Fuarı Detay (7)
  • Life (2)
  • Moments (7)
  • Nature (5)
  • Sanat (1)
  • Stories (6)
  • Tarih (4)
  • Travel (5)

About me

banner
Soledad is the best selling Blog & Magazine WordPress Theme of this year on Themeforest.

Popular Posts

  • 1

    Writing New Life Chapter

    07 Haziran 2017
  • 2

    Create your DIY Bag

    07 Haziran 2017
  • 3

    My Baby Cactus

    07 Haziran 2017

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram
  • Pinterest
  • Tumblr
  • Youtube
  • Bloglovin
  • Snapchat

@2019 - All Right Reserved. Designed and Developed by PenciDesign


Back To Top
Mağaradakiler
  • Travel