Mağaradakiler
  • Travel
Category:

Genel

Genel

Seçimler, Duygusal Aşırılıklar ve Entropi

by Mustafa Sevimli 20 Haziran 2011

Bir seçim dönemini henüz tamamladığımız şu günlerde, sokaklardan zihnimde en çok yer eden; alabildiğine gürültülü, çevreyi kirleten, insan toplum ve çevre sağlığını ihmal eden bir anlayışın öne çıktığı manzara oldu.

Ne yazık ki toplum olarak fazla coşkulu ve gürültülü yaşıyoruz. Bu, belki de sosyonomi* analistlerinin, kitlesel trendin beşinci ve son yükseliş dalgasında gözlenen manik depresif psikozun mani evresi olarak tanımladıkları kitlesel ruh halinin bir göstergesi. Ancak açıklaması her ne olursa olsun, mevcut coşkulu ve gürültülü yaşam tarzımızın sağlıklı bir kitlesel ruh halini yansıtmadığı kuşkusuzdur.

Seçim kampanyalarından asker uğurlamalarına, mağaza açılışlarından galibiyet kutlamalarına, düğünlerden davetlere kadar pek çok etkinlikte; korna, havai fişek, müzik aletleri, insan çığlığı ve envai çeşit ses çıkarabilen araçların kullanımı yanında, yol kapatma, geçişleri engelleme gibi abartılı coşku ve toplumsal duygusal aşırılıklar, gündelik yaşamın bir parçası haline gelmiş durumdadır.

Büyük şehirlerimiz, giderek artan trafik yoğunluğu, kalitesiz yakıt kullanımı ve sanayileşme gibi nedenlerle zaten fazlasıyla gürültülü, havası kirli ve sağlıksızken, ilave olarak insan sağlığını ve bireyin mevcudiyetini tehdit eden davranış kalıplarının toplumumuzda yer etmesi; yaşam kalitesi yüksek, huzurlu ve sağlıklı kent hayalimizi giderek daha ulaşılmaz yapmaktadır.

Konuya sistem yaklaşımı çerçevesinden bakarsak; sosyal bir sistem olan toplum, diğer bütün sistemler gibi zamanla yıpranma, bozunma, düzensizleşme eğilimindedir. Diğer bir ifadeyle içinde yaşadığımız toplumda entropi** sürekli artmaktadır. Bu süreci tamamen durdurmak mümkün değilse de en azından yavaşlatmak elimizdedir. Bu ise negatif entropi oluşturmak, bir anlamda sisteme enerji vermekle mümkündür. İnsan ve çevre sağlığı, toplumsal kurallar, trafik, doğayı koruma vb pek çok konuda gerekli yasaların çıkarılması, uygulanması ve toplumsal bir bilincin oluşturulması, bu kapsamda yapılabileceklerden ilk akla gelenlerdir.

Yöneticilerin ve yetkililerin konuya gereken hassasiyeti göstereceklerini, gerekli yasaların çıkarılacağını ve ivedilikle uygulamaya geçirileceğini ümit ediyoruz

Mustafa İ. Sevimli

*Konu hakkında daha geniş bilgi için bkz. Şengöz, Tuncer (13 Nisan 2011). Komedyenler, Komik Haller, Dalga Karakteri. Erişim: 13 Haziran 2011 [www document]. URL http://blog.sosyonomi.com/?paged=8

** Bir sistemin düzensizlik derecesinin ölçüsü

20 Haziran 2011 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Dünyayı Kurtaran Adam

by Magaradakiler 19 Kasım 2010

“Uzay çağı geçmiş, zaman ve yaşam galaksi çağına ulaşmıştır. Yüz binlerce yıl geride kalmış, dünya ve gezegenler sistemi uzayda galaksi sistemine dönüşmüştür. Medeniyetler, tarihler geride kalmış, insanlar ilk çağlardaki gibi basit yaşamla yetinmeye başlamışlardı ve bütün güçleriyle ölümsüzlüğü bulmak, devamlı yaşamı sağlamak için amansız bir çalışma ve mücadeleye girişmişlerdi. Bu çağlarda dünya milletleri, medeniyetleri, ırkları, dinleri ayrı devletler halinden çıkıp tek bir varlık haline geldiler. Tek bir dünyalının yaşayışları ve kavimleri galaksi çağının dünya insanlarını meydana getiriyordu. Dünya çılgın bir nükleer silahlanmanın sonucu olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmişti. Dünya bu gibi tehlikeleri bir kaç kez geçirmiş, hiçbir kuvvet dünyayı yok edememiş fakat dünya bazı zamanlarda parçalara ayrılmış, dünyadan kopan parçalar uzayda meteor taşları haline gelmişti.

Bazı gezegenlerde hayat devam etmekte, yaşam sürmekteydi. ama nükleer savaş çok hızlanmıştı. Hükmetmek, daha güçlü olmak için bu güzel, mutlu dünya delice parçalanırken birden gizli ve çok güçlü bir düşmanla karşı karşıya kalındı … Dünyalılar toplandılar, kavimler biraraya gelip çare aradılar. Tek çare düşmanı bulup savaşmaktı. En güçlü, en büyük iki Türk savaşçısı ve diğer dünyalılar uzaya açılıp, bilinmeyen düşmana savaş ilan ettiler.” (Dünyayı Kurtaran Adam, Açılış konuşması)

Giriş cümlelerinden finaline, afişinden bugüne kadar gördüğü olağanüstü ilgiye kadar her yönüyle acayip bir filmdir Dünyayı Kurtaran Adam. 1982 yılında çevrildiğinden beri 24 yıl geçmiş olmasına rağmen hala konuşuluyor, tartışılıyor olması da Yeşilçam için ilginç bir satırbaşı olsa gerek. Bin bir acayiplikle dolu bu filmin herhangi bir sinema değeri taşıyıp taşımadığı konunun uzmanlarının ilgi alanına giriyor. Oysa filmin adından zamanlamasına kadar pek çok unsur, geçmişi, bugünü ve yarını anlamak bakımından bizlere oldukça ilginç ipuçları veriyor.

Her şeyden önce, filmin isminden başlayalım. Dünyayı bir tek adamın kurtarabilmesi düşüncesi başlı başına bir ilginçlik. Daha da önemlisi, birilerinin böyle bir işe soyunmuş olması. Ne demek “dünyayı kurtarmak”? Özellikle de günümüz genç kuşakları için oldukça anlamsız bir kavram bu. Çünkü onlar ağabeylerinin ablalarının aksine, rakı sofralarında bile olsa hiç, bırakın dünyayı, memleketi bile “kurtarmadılar”. Derin sosyo ekonomik analizlerle başlayıp, coşku selleri ile biten sohbetler hiç yapmadılar. Bu nedenle de bir önceki kuşağın, bu ritüelimsi birlikteliklerini hiç anlayamadılar. Bir kaç on yıllık zaman dilimi ile ayrılan iki kuşak, bu “kurtarma” sendromları nedeniyle birbirine hep kuşku ve yadırgama ile baktı bu yüzden.

Bir önceki kuşak, Malatya serdarı Battal Gazi rolündeki Cüneyt Arkın’ın tek başına Bizans’ı fethettiği filmler ile büyümüştü. Daha küçük yaş kuşağındakiler bu filmleri tebessüm ve alayla izledi. Daha sonra gelenler ise en basit insani tepkileri bile vermediler. Çünkü “acayipliğin” de bir sınırı olsa gerekti. Bu nedenle idealler ve bir şeyleri bir şeylerden kurtarma heyecanları kuşaktan kuşağa söndü gitti. Bu, sadece değişen sosyal çevrenin bir sonucu değildi. Aynı zamanda algıyla ilgili bir şeydi. Yakın kuşakların algısında, eğer kurtarma, kurtulma söz konusu ise, bu bireysel olmalıydı. Çünkü gemisini kurtaran kaptandı, her koyun kendi bacağından asılırdı. Bir önceki kuşak da, zaten zaman içinde dünyayı, memleketi kurtarmaktan vazgeçti. Topyekûn vahşi bir cangıla dalıverdi herkes, birbirini eze eze.

Peki, bu algısal değişim içinde 1982 tarihli Dünyayı Kurtaran Adam nereye oturuyor? 16 Ocak 2005 tarihli Not Defteri’nde, 70’lerin ortalarında iyimserlik dalgası zirve yaparken, o günlerin ruh halini ifade eden bir şarkının yükselmekte olduğuna dikkat çekmiştim: Hayat Bayram Olsa. İyimserlik dalgasının son haykırışıydı bu şarkı. Hemen hemen aynı günlerde dillerde dolaşan bir başka şarkı ise daha o günlerde, yaklaşmakta olan çöküşün sinyallerini veriyordu: Batsın Bu Dünya. Hayat Bayram Olsa ile Batsın Bu Dünya’nın savaşını ikincisi kazandı. Hayat bayram olmadı, tam tersine, dünya “battıkça battı”. Çünkü 1950’lerin ortalarında filizlenen ve kendisini müthiş bir pop patlama ile hissettiren iyimserlik ve coşkunluk dönemi, ömrünü tamamlamak üzereydi. Dalganın ilk şoku, kendisini öfkeli bir çatışma kültürü ile hissettirdi. İlk şok 1980’lerin başında sona ererken, önce Hayat Bayram Olsa marjinalleşmişti. Kendisini oldukça aşırı görüntülerle hissettiren olumsuz ruh hali dalgasının ilk medi geçici olarak geri çekilirken, cezirde kısa süreli bir toparlanma ile beraber “uçuk” ve temelsiz bir iyimserlik yeniden hâkim oldu.

Bu tip, çok daha derinlere gidecek düşüşlerin ilk tepki aşamasında iyimserlik, öncekinden de güçlü bir şekilde geri gelir. Finansal grafiklere, tepki yükselişleri olarak yansıyan bu görüntülere teknik terimlerle geri dönüş çabası diyoruz. Bu çabalar başarısız kalmaya mahkûmdur. Çünkü uzun sürmüş iyimserlik dönemlerini her zaman, uzun sürecek kötümserlik dönemleri izler.

1980’lerin ortalarına doğru yaşanan geçici iyimserlik de başarısız bir geri dönüş çabası idi. Bu başarısız geri dönüş çabası, kendisini bir takım pop unsurlarla ifade ediyordu. İşte Dünyayı Kurtaran Adam da, bu temelsiz ve uçuk iyimserliğin en uç ifadelerinden biriydi. Geçmişin Battal Gazi’si, artık memleket filan değil, resmen dünyayı kurtarmaya soyunmuştu. Bu vurgudaki bir film bile, iyimserliğin abartılı dozunu anlatmaya yeterdi. Dünyayı kurtaran Cüneyt Arkın’ı izleyen kitlelerin duyguları hayatın diğer alanlarında da görünür oldu. O günlerde yükselen “çağ atlama” klişesi, hastalık salgını gibi yayıldı. Çağ atlandığını zanneden kitleler, sürüler halinde bankerlere hücum etti. Daha sonraki yıllarda da etkisini sürdürecek bir borçlanma ve aşırı tüketim çılgınlığı yaşandı. Ölçüsüz, kuralsız bir çoşkunlukla herkes atlanan çağa uygun davranış kalıpları oluşturmaya başladı.

Bu dönemde, küresel olarak da yeni bir sayfa açılıyordu. Batı metropollerinde 1970’lerin bunalımları sona ermiş, Yeni Sağ’ın karizmatik liderlerinin öncülüğünde iyimserlik ve kendine güven geri gelmişti. ABD’de Ronald Reagan, İngiltere’de Margaret Thatcher, Almanya’da Helmut Kohl, 1980’lerde yükselen liberal-muhafazakâr değerlerin sembolleri oldular. Ana borsa endeksleri yeni zirvelere yönelirken yavaş yavaş neo-liberalizmin bayrağı yükseliyordu. 1970’lerin protest gençleri hızla sahneden çekildiler. Onların yerini aşırı bireyci ve tüketim tutkunu gençler aldı. Sinemada korku ve dehşet filmleri, pop müzikte kısa bir süre için parlayıp sönen Punk-Rock dönemi sona erdi. Sinema salonlarını sulu Holywood filmlerini izlemeye gelen gençler doldurdu. Artık pikapların yerini kasetçalarlar almaya, müzik setlerinden gürültülü Rock müziği değil, Michael Jackson ve Madonna’nın pop müziği yükselmeye başlamıştı. Kent meydanlarından çekilen uzun saçlı ve isyankâr gençlerin yerini lüks arabalar, abartılı bir gösteriş tutkunluğu ve yeniden başlayan futbol, basketbol ve beyzbol çılgınlığı aldı.

Bu dönemde kötümserlik trendleri zayıfladı. Pop kültürde de olumsuz ruh halini simgeleyen unsurlar gerilemeye başladı. Her ne kadar sinemaları komedi filmleri, ekranları salon komedisi diziler istila ettiyse de, kitap dünyasında hala en çok satanlar Tom Clancy’nin kurgu savaş romanları ve Stephen King’in korku romanlarıydı. 1970’lerin sonunda disco müziğinin Hard Rock ve Progressive Rock’ın saltanatına son vermesinin ardından yetişen yeni nesil Rocker’lar, abileri kadar olmasa da sisteme eleştirel tavırlarını sürdürdüler. 1980’lerin ortalarında doğan New Wave of British Heavy Metal, Iron Maiden, Judas Priest, Dio, Motörhead gibi Rock tarihinin en büyüklerini yetiştirdi. Thrash Metal ismi verilen türde ise Metallica, Megadeth gibi grupların yıldızı parladı. On yıl geçtikten sonra da Rock bir yaşam biçimiydi, ancak Yeni Sağ, pop müzikte olduğu gibi yeni jenerasyon Rocker’larda da etkilerini gösteriyordu. NWBHW’in ünlü gruplarından Saxon’da ve konserlerinde, poster ve afişlerinde İngiliz bayrakları eksik olmayan Iron Maiden’da bu vurgu iyice gözle görünür olmuştu. 1970’lerin afro saç modası geride kalmış, yavaş yavaş dazlaklık modası yükselmeye başlamıştı. Irk ayrımcılığını protesto eden siyah atletlerin yerini ise Amerikan bayrakları sallayan siyah atletler almıştı. Artık her şey gösteri dünyasının bir parçası olmuştu.

Yeni Sağ politikaların desteğinde yükselen neo-liberalizm Üçüncü Dünya’nın üzerine kelimenin tam anlamıyla bir kâbus gibi çöktü. Latin Amerika’da meşru yönetimlerin yerine gelen askeri yönetimler senelerce insanlık suçları işledi ve ülkelerini uluslararası sermayenin talanına açtı. Bu talanın sonucunda 2000’lerin başında ağır ekonomik çöküşler yaşandı, Latin Amerika halkları açlık sınırına geriledi. Ortadoğu’da Arap milliyetçiliği kesin bir yenilgiye uğratıldı ve Arap cephesi bölündü. Yıllarca savaşan İran da Irak da, savaş bittiğinde yoksulluk batağına saplanmıştı. Irak’ta on yıllar sonunda Saddam rejimi çöktüğünde, çöküntünün altından Ortaçağ mezhep bölünmeleri çıktı. Afrika yoksulluğa ve açlığa mahkûm oldu. Kanlı iç savaşlarda yüz binlerce Afrikalı yaşamını yitirdi. Afrikalı açlar sadece yirmi yılda bir düzenlenen Live Aid konserlerinde akla geldi. Afganistan’da on yıllar süren insanlık trajedileri yaşandı. Çöken Sovyetler Birliği’nin insan malzemesi uluslararası insan ve organ mafyalarının ellerine teslim edildi. Fuhuş pazarı, milyarlarca doların döndüğü bir kazanç kapısı oldu. Uzak Asya’nın kaplanları  uluslararası arenada şirket ve holding ittifakları ile ayakta kaldı. 1990’larda sözü edilen Asya mucizesi 90’ların sonundaki ekonomik, finansal krizle söndü. 2000’lerin başında dillere pelesenk olan Çin ise uluslararası pazara bedava insan emeğinin ürünlerini pazarlarken, insan hakları ihlallerinde ilk sıralardan hiç düşmedi.

Dünyayı Kurtaran Adam’ın ortaya çıktığı tarihsel dönemin çok kısa bir özeti bu. Dünyayı Kurtaran Adam, “Gerçekçi ol İmkansızı İste” diyen bir kuşağın orta yaşlılık dönemi ile, aynı kuşağın yönetimlerde başrolü oynadığı, “Gemisini Kurtaran Kaptan” döneminin tam ortasında uçuk ve temelsiz bir iyimserlik dalgasının ürünü olarak kendisine ancak dünyanın en saçma filmleri listesinde yer bulabildi. Gelişmiş teknolojisi ve uluslararası pazarlama olanakları ile Batı’nın propaganda aracı Holywood, tüm Üçüncü Dünya’ya, dünyayı kurtarmanın onların işi olmadığını haykırdı yıllar boyunca. Cüneyt Arkın’ın çok haklı olarak işaret ettiği gibi, gişe rekortmeni Holywood filmlerindeki abartılı saçmalık, Battal Gazi, ya da Dünyayı Kurtaran Adam filmlerinden daha ölçülü değildi. Amerikan milliyetçiliğinin kaba aktörleri olan Rambo’lar, Rocky’ler, Scwarzenneger’ler, Van Damme’lar Cüneyt Arkın’ın tiplemelerinden daha gerçekçi değildi. Ancak 1980’lerden başlayarak 2000’lerin başına kadar dünyayı kurtarmanın kendi işleri olmadığı, Üçüncü Dünya halklarına çok acı deneyimlerle öğretilmişti. Onlara düşen, bu azgın küresel dalgada kendi gemilerini kurtarmalarıydı. Yükselen gökdelenlerin etrafındaki varoşlarda açlık sınırında yaşam mücadelesi veren yoksullar da dünyayı kurtarmaya soyunmadılar yıllar boyunca. Onların hikayeleri, insan ticaretinin, kapkaç olaylarının, töre cinayetlerinin, mutsuz evliliklerin ve intiharların gazete haberlerine yansıyan satır aralarında kaldı. 21. yüzyılın miti küreselleşmenin aslında spekülatif sermaye akınlarının önündeki ulusal bariyerlerin yıkılması olduğu, günümüzde yaşanan bunca çöküş ve yıkımdan sonra bile anlaşılmış değil. Küreselleşmenin “nimetleri”nden yararlanma şansı olmayan kalabalık yoksul kitleler, büyük bir hızla ortak dünya kültüründen kopup, kendi küçük cemaat kültürlerinin içine hapsoluyor ve bu küçük yaşam alanlarının boğucu atmosferinde ancak trajik insan hikâyelerinin konusu olabiliyorlar.

2000’lerin başında bir dizi reklam filminde karikatürize edilen tipler, çalışkan Selo’ya “boşver be Selo, dünyayı sen mi kurtaracaksın?” diyordu. Selo, hiç bir fedakârlıktan kaçınmaz ve gece gündüz çalışırken, ellerindeki tespihi aylak aylak sallayarak dolaşan “ayak takımı” günler ve geceler boyunca reklam fragmanlarında bu cümleyi sarf etti. Sürü psikolojisinin aynası reklam filmleri böylece bize dünyayı kurtarmanın kimin işi olduğunu da öğretiyordu.

Dünyayı Kurtaran Adam, içerdiği her türlü acayiplikle tipik bir B dalgası ürünüydü: Met’de dünyayı kurtarma idealleri zirveye çıktıktan sonra, cezir başlangıcındaki uçuk bir nostalji. Dalga geri çekildikçe bireysel kurtuluş umutları içinde Dünyayı Kurtaran Adam da marjinalleşti. Cezir’in en durgun anında kazananlar, “tarihin sonu” nun geldiğini ilan ettiler. Bir kaç yıl bile geçmeden görüldü ki, tarih hep benzer tekrarlarla doluymuş. Yeni Çağ inancı güneşin en tepede olduğu zamana ait bir yanılsama, karanlığın en koyu olduğu zaman da güneşin doğuşuna en yakın zamanmış.

Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da, Afganistan’da petrol kokusu ile karışmış kanlı et pazarından yükselen insan çığlıkları bize bir kez daha gösteriyor ki, ne tarihin sonu geldi, ne de dünyayı kurtarma ideallerinin.

Tuncer Şengöz

www.sosyonomi.com sitesinden izinle alıntılanmıştır.

19 Kasım 2010 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Dünyadaki Yerimiz

by Selami Gungordu 17 Kasım 2010

Herhangi bir şeyin gerçek durumunu belirlemek için genellikle aynı mahiyetteki başka şeylerle karşılaştırılır. Günlük hayatımızda da bir mal alacağımızda aynı neviden başka ürünlerle karşılaştırarak kalitesini ve fiyatını araştırırız. Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de birçok sınav yapılıyor ve o konuyu en iyi bilenler belirlenmeye çalışılıyor. İş hayatında şirketler başarılarını rakiplerine bakarak ölçüyor, rakiplerinden daha çok kâr etmişlerse kendilerini başarılı sayıyorlar. Film yapımcıları ve tiyatrocular filmlerini oyunlarını kaç kişinin izlediğine bakarak başarılarını ölçüyor.

Bu örnekleri hayatın her alanında görmek mümkün, her alanda olduğu gibi ülkelerde kendi durumlarını görmek için başka ülkelerle karşılaştırırlar ve durumlarını ölçmeye, tespit etmeye çalışırlar. Bu işleri her ülke kendi kurumları aracılığı ile sürekli yaptığı gibi birçok uluslar arası kuruluşta çeşitli nedenlerle bu işleri yaparlar. Örneğin uluslar arası finans kuruluşları kredi verecekleri ülkelerin veya şirketlerin durumlarını bilmek için bu konularda uzman değerleme veya derecelendirme kuruluşlarına büyük paralar öderler. Bu tip araştırmaları yapmak zordur onun için dünyada bu işleri yapan müşavirlik şirketleri vardır veya uluslar arası para fonu (IMF), dünya bankası ve birleşmiş milletler gibi uluslar arası kuruluşlar bu işleri yapar. Bu tip araştırma ve takip işleri sürekli yapılır. Peki, bu neden yapılır denebilir. Bunun çok çeşitli nedenleri vardır, bunu yaptıran veya yapan kurumların amaçlarına ve araştırmanın konusuna bakmak gerekir ve sonuçlarını da iyi değerlendirmek gerekir. Bu araştırmalar hem bu günü doğru tespit etmek hem de geleceği tahmin etmek bakımından çok önem taşır.

Birleşmiş milletler genellikle yapacağı yardımların amacına uygun yapılabilmesi için çeşitli araştırmalar yaptığı gibi dünyanın nereye doğru gittiğini tespit ederek gerekli tedbirlerin alınması amacıyla çok çeşitli araştırmaları sürekli yapar. Bunlara örnek olarak; anne ve çocuk ölümleri, nüfus artışı, kuraklık, iklim değişiklikleri, doğal hayatın korunması gibi araştırmaları yapar ve tüm dünyaya açıklar.

Uluslar arası para fonu, dünya bankası ve uluslar arası diğer finans kuruluşları; borç verecekleri ülkelerin durumunu çok yakından inceler hatta önceden ekonomik programlarını kendi istedikleri gibi yaparlar.

Birbirlerine rakip veya düşman ülkeler birbirlerinin ekonomik, sosyal siyasal ve askeri hareketlerini takip ederek ona göre tedbir almaya çalışırlar, hatta karşı devletin durumunu zayıflatmak için birçok karşı faaliyet yapar.

Ticari şirketlerde rakiplerini takip ederek yatırım, üretim, dağıtım, reklam ve fiyat politikalarını ona göre düzenlerler.

Siyasi partiler oy oranlarını öğrenmek için çeşitli araştırmalar yaptırırlar ve ona göre politikalarını oluştururlar.

Ülkemizde de bu gibi araştırmaları kanunla kurulmuş resmi bir kurum olan Türkiye istatistik kurumu yapar ve yayınlar başta devleti yönetenler olmak üzere herkes sonuçları kendi açısından değerlendirir ve kullanır. Ayrıca birçok özel araştırma şirketi de faaliyet göstermektedir.

Yukarıda kısaca değindiğimiz hayatın her alanındaki araştırma sonuçlarının çoğu gizli değildir ve herkese açıktır, herkes sonuçları istediği gibi yorumlar ve kullanır. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi araştırma sonuçları tek başına çoğu zaman anlam ifade etmeyebilir sonuçları anlamlı kılabilmek için başka şeylerle karşılaştırmak gerekmektedir. Örneğin Türkiye deki internet kullanıcı sayısı ne anlam ifade eder ancak dünyadaki diğer ülkelerdeki internet kullanıcı sayılarını da bilirsek daha bir anlam kazanır hatta her ülkenin nüfusuna göre internet kullanıcı sayısı daha bir anlamlı olur. Ayrıca bu araştırmaların sürekli yapılarak zaman içinde nereden nereye gelindiğinin tespit edilmesi de özellik arz eden bir durumdur.  İşte hayatın her alanında ülkemizin dünyadaki yerini tespit etmek ve zaman içindeki gelişmeleri izlemek ve ne durumda olduğumuzu tespit ederek ona göre tedbir almak son derece önemlidir. Çünkü o konuda ne yapacağımızı ortaya koymak için diğer ülkelerle aramızdaki farkı ve onların ne yaptığını hatta yapmayı planladıklarını bilmek gerekmektedir.

Bu yazımızda; pek çok farklı alandaki göstergeleri inceleyerek, ülkemizin dünyadaki konumunu karşılaştırmalı olarak irdeleyeceğiz.

1- Merkezi Londra’da bulunan uluslar arası düşünce kuruluşu Legatum İnstitute tarafından yapılan ve 110 ülkenin değerlendirildiği refah araştırmasında Türkiye’nin yeri.

Bu araştırma kamuoyu araştırma şirketi Gallup tarafından dünya çapında anket verileri ve Birleşmiş Milletler Gelişmişlik Raporundaki bilgiler esas alınarak hazırlanmaktadır.

Türkiye’nin Kategori Sıralaması



Refah listesindeki ilk üç sırayı kuzey Avrupa ülkeleri Norveç, Danimarka ve Finlandiya alırken Amerika Birleşik devletleri 10, İngiltere 13, Almanya ise 15. Sırada yer almışlardır. Listenin en sonunda ise Orta Afrika Cumhuriyeti, Pakistan ve Zimbabwe yer almıştır.

2- Dünya Turizm Örgütü’ne göre 2009 yılında turistlerin en çok ziyaret ettiği ülkeler arasında Türkiye 7. Sırada, turizm gelirlerinde ise 9. sıradadır.

İnternet World Stat verilerine göre 2010 yılında en çok internet kullanıcısı olan ülkeler arasında 12. sıradadır.

Uluslar arası otomobil Üreticileri Örgütü’nün 2009 yılı verilerine göre 41 ülke arasında otomobil kullanımında 18. Sırada, ticari araç kullanımında 9. sıradadır.

Economist intelligency Unit’in 2010 yılı verilerine göre dijital ekonomiye sahip ülkeler sıralamasında 70 ülke arasında 43. sıradadır.

Freedom House’nin 2009 verilerine göre basın özgürlüğü sıralamasında 196 ülke arasında 101. sıradadır.

Economist İntelligency Unit’in 2010 verilerine göre küresel barış endeksi sıralamasında 149 ülke arasında 126. sıradadır.

Dünya ekonomik Formu’nun 2009 verilerine göre Cinsiyet Ayrımcılığı konusunda 133 ülke arasında 129. sırada yer almaktadır.

Kaynak: Habertürk gazetesinin 29.10.2010 tarihli internet sitesinden alınmıştır.

3- Dünya Ekonomik Formunun 2010 raporundan Türkiye ile ilgili verileri derleyerek bir makale haline getiren Deniz Kavukçuoğlu’nun makalesinden çarpıcı bazı bilgiler şöyle. Raporda değerlendirilen 134 ülke arasındaki yerimiz.

(http://sosyalistpencere.blogspot.com/2010/10/turkiyenin-dunyadaki-yeri-20102010.html)

4- Ülkemizde eski kâğıdın geri dönüşüm oranı %39 civarındadır. Bu oran Avusturya’da %78 Japonya’da %51, Almanya’da ise %46 dır.

Kağıt-Karton üretiminde 28, Kağıt-Karton tüketiminde 25. Sıradayız

Ülkemizde kişi başına kağıt tüketimi 31 kğ (2001 yılı),

Avrupa’da kişi başına kağıt tüketimi 201 kğ

Dünya’da kişi başına kağıt tüketimi ise 52 kğ’dır

Bu verilere bakarak ülkemizdeki eğitim durumu hakkında fikir sahibi olmamak mümkün mü?

( http://www.tasucu.org/akm/maincentre/tr/centre/main.asp?icerik=sayfa&k5JyaHHwK24Cqe9WkiDe5WyyCe7MT=0&pid=60)

5- Hep söylenir, kitap okumuyoruz diye. Bu konuda bakalım rakamlar ne diyor.

Amerika birleşik devletlerinde yılda 72.500 çeşit kitap basılmaktadır, Japonya’da 42.000, bizde ise devlet yayınları ile birlikte 7.000 kitap basılmaktadır.

Her bin kişiye düşen kitap miktarı: Amerika birleşik devletlerinde 12.000, Almanya’da 2.700, Türkiye’de ise 7 kitap düşmektedir.

Bir kişinin bir yılda kitaba ne kadar para ayırdığına ilişkin rakamlar ise: Almanya’da 60, İsviçre’de 55, Japonya’da 48, Türkiye’de ise 2 sterlin dir ve Türkiye 40 sıradadır.

Türkiye’de kitap ihtiyaç listesinde 222. Sırada bulunmaktadır.

Kütüphanelerimize bir bakalım: Rusya’da 2.549 kişiye bir kütüphane düşerken, İngiltere’de 3.508, Türkiye’de ise 64.600 kişiye bir kütüphane düşmektedir.

( http://afakay7171.blogcu.com/kitap-okumada-neredeyiz-ve-dunyadaki-yerimiz/2556795)

6- Türkiye engelli insanlar için yaşaması zor bir ülkedir. Tüm çabalara rağmen bu konuda elle tutulur bir gelişme sağlanamamıştır. Kaldırımlar, alt geçitler, üst geçitler, merdivenler, tuvaletler neredeyse her şey engelli insanlarımızı görmezden gelerek yapılmaktadır. Acilen kent tasarımcılarının bu konuda bir şeyler yapması gerekmektedir. Bütün bunlar yetmezmiş gibi insanımızın bu konudaki duyarsızlığı, yardım sevmezliği ayrı bir sorun. Hiç değilse okullarda çocuklarımızı birazda olsa bilinçlendirmeliyiz, ayrıca camilerde de bu konuda cemaate bilgi verilebilir. Din görevlilerinin bu tip konularda eğitilmesi o kadar zor olmasa gerek.

7- OECD’nin hazırladığı bir rapora göre, sosyal gelişmişlik düzeyini gösteren yedi göstergeden yedisi de Türkiye için “kırmızı”

OECD üye ülkeleri sosyal gelişmişlikleri bakımından 10’a ayırdı, Türkiye nüfusa orana istihdam (2007), gelir eşitsizliği (2004-2005), 65 yaşında ömür beklentisi, bebek ölümleri, bilgi seviyesi yeterli olmayan öğrenci oranı, mutluluk algısı ve kişi başına net milli gelir (2006) göstergelerinin tamamında kırmızı ışık uyarısı aldı.  Türkiye dışında tüm göstergelerde en alttaki grupta yer alan başka bir OECD ülkesi olmadı.

1961 yılında kurulan Paris merkezli OECD’nin 30 üye ülkesi bulunuyor.

(http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&Date=&ArticleID=934717)

8- Birleşmiş Milletler Kalkınma Proğramı (UNDP) yeni düzenlenen insani gelişmişlik endeksine göre Türkiye dünyada 83. Sırada yer almaktadır. Avrupa da 47 ülke arasında ise 46. Sıradadır. Türkiye 2007 raporunda 79.sıradayken 3 yılda 4 basamak gerilemiştir. Bu rapora göre sıralamalar aşağıdaki gibidir.

Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Endeksi 2010 Raporu

Kaynak: http://www.tribundergi.com/forum/viewtopic.php?f=11&t=71258&p=3459646

Yukarıdakilere benzer onlarca araştırma daha var onlarda da sonuç aşağı yukarı aynı Türkiye dünyada pekte iyi bir noktada değil. Türkiye kısa bir süre önce G20’lerin toplantısına katıldı G20’ler arasına girmek için geçerli ölçüt ülkenin ekonomik büyüklüğü. Türkiye dünyanın 17. Büyük ekonomisi. Tabi sevinilecek bir durum temenni edilir ki ilk 10 arasına da girelim. Ancak bilinmeli ki ekonomik büyüklük bugünün dünyasında tek başına her şey demek değil. Büyük ekonomi olmak o ülkenin gelişmişlik düzeyini tanımlamıyor. Başka bir anlatımla ülkelerin gelişmişlik düzeylerini yalnızca ekonomik veriler belirlemiyor. Gayri Safi milli gelir, gayri Safi Yurt İçi Gelir, Kişi Başına Düşen Milli Gelir vb.

Bu verilerin yanı sıra gelir dağılımı, siyasal istikrar, eğitim ve sağlık, organ bağışı, ortalama yaşam süresi, hayvan hakları, engellilerin durumu, trafik kazaları, diş macunu tüketimi, gazete satış rakamları, arge harcamaları, patent sayıları, yolsuzluklar ve kamu görevlilerinin rüşvet alması, makam aracı ve lojman saltanatı, iç ve dış göç, beyin göçü gibi birçok göstergede önemli olmaktadır.

Günümüzde ülkemizde yaşanan sorunların temelinde geçmişteki politik ve idari nedenler bulunduğu bilinmektedir. Kötü yönetim, savurganlık popülizm, politik risk, ülke riskinin doğurduğu sorunlar zamanla büyüyerek bugünkü hale gelmiştir.

Bu göstergeler nasıl daha olumlu hale getirilebilir, Türkiye nasıl daha gelişmiş, sosyal ve ileri demokrasiye sahip olabilir. Bütün bunları oturup düşünmeliyiz diyeceğim ama diyemiyorum çünkü bu konulara kafa yoran çok sayıda aydın ve bilim adamı var. Türkiye’nin sorunları biliniyor bu sorunların çözüm yolları da biliniyor ama bir türlü akıl ve bilim bir arada kullanılamadığı için yol alamıyoruz biz böyle bekledikçe o muasır medeniyet dediğimiz ülkelerle aramızdaki farkta açılıyor.

Kamu görevi yapanların kamu kaynaklarını etkin ve verimli kullanmayı öğrenmesi gerekmektedir, işler taraftara, yandaşa, hemşeriye, eşe dosta değil ehil olana hak edene verilmelidir. Çözüm yolları olarak ciltler dolusu kitap yüzlerce makale, bildiri, rapor mevcuttur o nedenle bu konuda fazlaca bir şey yazmayı şimdilik gereksiz görüyorum. Ancak unutulmamalıdır ki sorunların çözümü bir bütündür bu bir anlayış veya bakış açısı meselesidir. Ülkeyi yönetenler bu sorunu aştıklarında ülke sorunlarının çözümü kolaylaşacaktır.

Türkiye de son yıllarda gelişmeye başlayan özel üniversitelere de değinmek gerekiyor çünkü gelişmiş ülkelerde bilimin gelişmesi için özel sektörün katkısı azımsanamayacak kadar büyüktür. Umarım bizim özel üniversitelerimizde bu konuda üzerlerine düşen görevi yerine getirirler. Bu bağlamda devlet üniversitelerinin de yeniden düzenlenmesi artık zorunluluk hale gelmiştir yoksa diplomalı işsiz yetiştiren kurumlar olarak devam edemezler.

Bu mücadele medeniyet mücadelesidir o kadarda kolay da değildir, hepimize kolay gelsin.

Selami Güngördü

17 Kasım 2010 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Yorum Kirliliği

by Mustafa Sevimli 15 Kasım 2010

Ulusal yayın yapan bazı özel TV kanallarına “anchorman”lik uygulaması ithal edildikten sonra, söz konusu kanallardaki ana haber programlarını izlemeyi bırakmıştım. Anchormen kelimesi güvenilir adam şeklinde dilimize çevrilebilir. Kaynak ülkede; güvenilir yorum yapabilen, yaptığı yorumla karşısındaki insanda güven duygusu uyandıran kişi anlamında ana haber bülteni sunucuları için kullanılmaktadır. Ülkemizdeki uygulaması ise; ana haber bültenlerinin, yorum şov programına dönüşmesi şeklinde olmuştur. Bu durumu gören bendeniz haber yerine yorum dinlemek istemediğimden dolayı TV kanallarını değiştirmeye başlamıştım.

Haberlerin TV yerine internet üzerinden takip edildiği bugünlere geldiğimizde, yeni bir yorum furyasının da alabildiğine yayıldığı gözlemlenmektedir. Günümüzde artık bütün basın yayın kuruluşları haber sunumlarını internet üzerinden de yapmaktadırlar. Böylece okuyucular hem haberlere çok daha hızlı ulaşabiliyor hem de bu haber metin veya görüntülerinin sayfa altına yorum yazabiliyorlar. Problem de tam bu noktada başlıyor.

Söz konusu yorumlar bazen öylesine pervasız, öylesine gereksiz ve rahatsız edici oluyor ki, yorumcular neyin yorumunu yaptıklarını unutup birbirleri ile münakaşaya başlayabiliyorlar. Yani bir anlamda “yorumun yorumu” durumu yaşanıyor. “Yorum kirliliği” ya da “yorum çılgınlığı” da diyebileceğimiz bu durumun yaşanmasına sebep olan bazı faktörleri incelersek.

İlk olarak; söz konusu haber siteleri, reyting ya da hit alma endişesiyle ya da adına her ne dersek diyelim özünde ticari kaygılar taşıdıklarında dolayı, spekülatif yorumlar üzerinde etkin bir denetim yapmamakta, diğer bir deyişle, okuyucu yorumlarını yayınlarken skalayı geniş tutmaktadırlar. Bu durum yorum kirliliğine temel olarak zemin hazırlamaktadır.

Okuyucu tarafına bakıldığında ise; özellikle son yıllarda her olay ya da gelişme karşısında söyleyecek bir sözü olma anlayışının toplumumuzda yerleşmeye başladığı gözlenmektedir. Bu durum bir anlamda ifade özgürlüğü, ya da çok seslilik olarak nitelendirilebilir. Fakat üzerinde durmaya çalıştığımız nokta tam olarak bu değildir. Vurgulamak istediğimiz sorun, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma sendromuyla alakalıdır. Yaşanan yorum kirliliği, bu zihniyetin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.

Bahis konusu olan durum, her hangi bir konuda bilgi sahibi olmaksızın o konuda fikir beyan etmeye çalışmak ve her olay ya da durum karşısında kendisini bir şeyler söylemeye vazifeliymiş gibi hissetmekle ilgilidir. Toplumsal kültürümüzün geçmişine baktığımızda, daha çok bilgi ve deneyim sahibi olanlar konuşur, bilgisi olmayanlar dinlerdi. Günümüz toplumu ise dinlemekten ya da okumaktan çok konuşur ve yorum yapar hale gelmiştir. Son yıllarda edindiğimiz bu toplumsal alışkanlığımız, haber sayfalarından kitap tanıtım sayfalarına kadar geniş bir yelpazede gözlemlediğimiz; bazen komik, bazen, düşündürücü, bazen hazin ve acınılası bir hal alan yorum kirliliğinin önemli faktörlerinden birisi olarak gözlenmektedir.

İki farklı vaka analizi ile yazımızı bağlamaya çalışalım:

Vaka1: Emine Çaykara’nın Oktay Sinanoğlu ile yaptığı söyleşileri derlediği “Türk Aynştaynı” isimli kitabın tanıtımının yapıldığı bir internet sitesinde, tanıtım metninin altına yazılan okuyucu yorumunun bir kısmını değişiklik yapmadan alıntılayalım.

“Türk Aynstayni diye bir kitaba sahip birinin megolamanlik derecesi konusuna girmeden kafami kurcalayan bir seyden bahsetmek istiyorum…”

Yorumcu, yukarıda bahsettiğimiz bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma durumunun çok net bir örneğini vermektedir. Eğer kitabı okumuş olsaydı, Sn. Sinanoğlu’nun ne denli mütevazı bir kişiliğe sahip olduğunu öğrenmiş olur, ayrıca kitabın yazarının Oktay Sinanoğlu olmadığını anlar, dolayısıyla da kitabın adının Sn. Sinanoğlu tarafından belirlenmediğini tahmin eder ve “megalomanlık” gibi bir iddiayı kolayca serdedemezdi.

Vaka2: Bir internet sitesinde yayınlanan “Sınır Kapıları Trafiğe Kapatılacak” başlıklı haber metninin bir kısmını alıntılayalım.

“Türkiye ile Bulgaristan arasında geçisin sağlandığı Kapıkule, Hamzabeyli ve Dereköy sınır kapıları ile Yunanistan ile geçişin yapıldığı İpsala Sınır Kapısı, bilgisayar sistemlerinin yenilenmesi nedeniyle dönüşümlü olarak trafiğe kapatılacak…

…Yetkililer, bilgisayar sistemlerinin yenilenmesi nedeniyle sınır kapılarının dönüşümlü olarak trafiğe kapatılacağını, çalışmaların tamamlanmasıyla geçişlerin normale döneceğini ifade etti.”

Şimdi de örnekteki haber için yazılmış bir yorumu, yazım hataları dâhil birebir alıntılayalım.

“her hafta bilgisayar sistemleri mi yenileniyor. yeter artık yapın bir kereve bitsin en az 15 yıl. batı da 50 yıldır böyle bir şey görmedik yuh sizin bilgisayar mühendislerinize. doğru eğitim sisteminiz böyle olur ise böyle mühendis olur.”

Elimizdeki örnek, herhangi bir analize gerek duyulmayacak kadar açıktır. Bu noktada; eğitim stratejilerini belirleyenlere, eğitimcilere ve ebeveynlere çok önemli görevler düştüğü de bir o kadar açık ve sarihtir.

Mustafa İ. Sevimli

15 Kasım 2010 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Genel

Ağlamak İstiyorum Sayın Seyirciler

by Magaradakiler 11 Kasım 2010

Türkiye futbol hastalığına ne zaman ve nasıl tutuldu?

 1950′lerden başlayarak yığınlar halinde kentlere hücum eden kitlelere, sadece bir kaç on yıl önce savaşlar ve işgallerle harap olmuş kentlerin verebileceği fazla bir şey yoktu. Milyonlarca insan akın akın gelirken onları tiyatro seyircisi, kütüphane müdavimi, müze ziyaretçisi yapmak kolay değildi. Kent de onlara çamurlu sokak aralarında sigara dumanlarına boğulmuş kahvehaneler ve yırtık ayakkabıları ile top tekmeleyebilecekleri boş arazilerden başka bir şey vermedi. Önce yığıldıkları banliyö semtlerinden utangaç bakışlarla baktı yoksul yığınlar kentin meydanlarına, sahil yollarına, görkemli caddelerine. Sonra bu yığınlar sel oldu kentin kalbine aktı. Acılı yemekleri, yanık türküleri, geleneksel kültürleri ile seller gibi akan yığınlara direnemedi ve birer birer teslim oldular kentler.

Kentleri istila eden yığınlara bir de eğlence gerekirdi. İşte futbolun yıldızı böyle parlamaya başladı. Artık yırtık ayakkabı ile top tekmeleyenlerin sayısı gökteki yıldızları bile geçmişti. Eğlenceye aç insan yığınlarına sunulacak nimet olgunlaşmıştı.

 Önceleri mesafeli durdukları bu eğlencenin onlara ne kadar yoğun tatminler sağladığını keşfeden yığınlar hızla tribünleri doldurdu. Ve bu yığınlar, rakibe saygı duyan ve eşit bir mücadelenin keyfini çıkartmaya çalışanları kovdu hızla stadyumlardan. Yığınlar, simit, çekirdek ve su satıcıları ile beraber tribünleri doldurdukça, tahammül de azaldı başarısızlığa. Korolar halinde küfürler yağdırmaya başladılar arabesk şarkıları eşliğinde. Önce hakeme, sonra rakibe, sonra da kendi kulüplerinin futbolcularına, yöneticilerine, teknik direktörüne, herkese ve her şeye.

 Aralarından, kentleri istilaları sırasında uyanık davranarak zenginleşmeyi başarmış olanları, kulüp yöneticisi seçtiler. Seçilen yöneticiler de bu fırsatı kaçırmadılar. Kendilerini seçenlerin şiddetine ve edepsizliğine göz yumarak, hatta bu durumu hararetle teşvik ederek gitgide büyüyen bu endüstrinin rantını kullanmaya yöneldiler. Rant onlara servet ve iktidar sağladı.

 …

 Bir tür ecstasy işlevi gören bu tip sportif aşırılıkların sürekli bilinçaltına pompalanması, ancak kitlesel umutsuzluk dönemlerinde başarılı sonuç verir. Çünkü top kaleye girdiğinde milyonlarca insanın seyrettiği bir televizyon yayınında böğürmeye benzer sesler çıkartan bir anlatıcı ya da yorumcu, sağlıklı bir kitlesel ruh hali döneminde ancak küçümsenme ve alayla karşılanırken, kötümserlik dönemlerinde lider, ya da tetikleyici olarak algılanır. Çünkü kitleler en çok korkunun baskın olduğu kötümserlik ataklarında sürüye uyma eğilimindedir ve milyonlarca izleyici de, aynı beden diliyle bu duygusal patlamaya iştirak eder.

 Tuncer Şengöz

 www.sosyonomi.com sitesinden izinle alıntılanmıştır.

11 Kasım 2010 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5

About Me

About Me

Writer & Reader

Neque porro quisquam est, qui dolorem ipsum quia dolor sit amet, consectetur, adipisci velit, sed.

Keep in touch

Facebook Twitter Instagram Pinterest Tumblr Youtube Bloglovin Snapchat

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

Recent Posts

  • Rachel Corrie

    16 Mart 2024
  • 2023 Kitap Fuarları

    25 Kasım 2022
  • 2022 Kitap Fuarları

    10 Ocak 2022
  • Covid-19 Pandemisi ve Sağlık Çalışanları Üzerindeki Etkileri: Sosyolojik Perspektif

    26 Mayıs 2021
  • 2021 Kitap Fuarları

    29 Ekim 2020

Categories

  • Edebiyat (6)
  • Ekonomi (6)
  • Featured (6)
  • Genel (23)
  • İş Dünyası (9)
  • İslâmi Bakış (11)
  • Kitabiyat (42)
  • Kitap Fuarı (6)
  • Kitap Fuarı Detay (7)
  • Life (2)
  • Moments (7)
  • Nature (5)
  • Sanat (1)
  • Stories (6)
  • Tarih (4)
  • Travel (5)

About me

banner
Soledad is the best selling Blog & Magazine WordPress Theme of this year on Themeforest.

Popular Posts

  • 1

    Writing New Life Chapter

    07 Haziran 2017
  • 2

    Create your DIY Bag

    07 Haziran 2017
  • 3

    My Baby Cactus

    07 Haziran 2017

Newsletter

Subscribe my Newsletter for new blog posts, tips & new photos. Let's stay updated!

  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram
  • Pinterest
  • Tumblr
  • Youtube
  • Bloglovin
  • Snapchat

@2019 - All Right Reserved. Designed and Developed by PenciDesign


Back To Top
Mağaradakiler
  • Travel